yokuşun başında bir düşman vardı* - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

yokuşun başında bir düşman vardı*





bizi farkedince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım. 
eşyayı kaldırınca kımıldamadan durduklarını görürsünüz. söylediklerim bir defterin yaprakları arasına kıvrılmıştır. sayfaları açtıkça onları görebileceğimi sanıyorum ama anlıyorum ki; 
asıl söylediğim şeylerdir altına gizlendiğim.
cahit zarifoğlu - yaşamak


bazı sözler ne kadar da yerinde öyle değil mi sevgilim?
yoksa bana mı öyle geliyor?
hani insanın görmek istediğini gördüğü yahut duymak istediğini duyduğunda olduğu gibi bu da benim kendime yontmak istediğim bir sözdür belki.
kim bilir?
ben bilemiyorum. söylemiştim.
'bildiğim bir şey varsa o da hiç bir şey bilmediğim.' bu da bir yerlerden aparma bir söz ama kimin umurunda. şu anki durumum için oldukça müsait bir öbek. sahibi affetsin adını anmadığım için. hem zaten bundan sonra adını kırk yılda bir anmam. ama googlea bakamayacak kadar hem müşkül, hem pesentim şimdi. çok hem de.
mevzu dağılmasın.
bazı sözler diyordum..
"allah dağına göre mi kar veriyor gerçekten?"
yoksa biz teşne olduğumuz için mi yağıyor o kar üzerimize üzerimize. her daim kuzeyden ve hep tipi şeklinde. üşütüyor, donduruyor ama uyumana asla müsaade etmiyor. çünkü uyursan ölürsün. zira bu dünyada çekecek acıların nihayete ermemiştir. oysa ben karmaya inanmam. ama evet, kadere inanırım. annem çünkü kaderin buymuş oğlum diyor yıllardır. ve başucu filmimde bekir de öyle diyor ya hep:
"oğlum bekir yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok. kaderin böyle. yol belli. eğ başını usul usul yürü şimdi **."
halbuki şimdi, ben ne bekirim. ne de annemim o temiz, pirüpak evladıyım. bilgisayarımda son ses çalan amy winehouse'dan daha kötüyüm. öyle hırçın. öyle avaz avaz.
ı'm no good. ı'm no good.
hem her iki anlamda. mecazi ve asli. kendimi buna inandırmaya çalışıyorum. ama şimdi yaptıklarım. doğrusu yapmam gerekeni yapmayışlarım. sanki bundan sonra kötü anılmamak için. hala içerilerde bir yerlerde iyilik kırıntısı kalmış gibi. bunca aymazlığın ve kötülüğün diyeti olarak mı acaba bu eylemsizliğim. çaresizliğim. yerinde çakılmışlığım?
oysa biliyorum ki her eylemin bir karşılığı var bu hayatta. her eylemsizliğin olduğu gibi. belki bundan olsa gerek. kendime sorularım bitmiyor. bir dedektif edasıyla, hangi kötülüğümün kefaretini ödemeye çalıştığımı bulmaya çalışıyorum günlerdir. haftalardır. hatta yıllardır. dahili ve harici tüm uzmanlar gibi çocukluğuma gittim önce. kendi mahallesinde beni hırpalayan o kara kafalı, sümüklü çocuğa pusu kurup kafasını yardığım için olabilir mi tüm bu yaşadıklarım dedim. yahut ekrem ağa'nın bahçesindeki, henüz tam olgunlaşmamış yeşil şeftalilerini çaldığımız için? ama onların kefaretini aynı vakitler fazla fazla ödemedim mi? birinde kafam üç yerinden yarıldı. ötekinde sırtımda koca bir tahta parçası kırıldı. kulaklarımın koparcasına çekilmesi de cabası.
ve sonra, orta ikide, tepeden dökülmüş saçlarında anlattığı coğrafi yönlerle dalga geçtiğim coğrafya hocam mı diye aklımdan geçirdim. ama yok. o hesap da o akşam orada kapandı. peki ya askerden önce; yılbaşı kutlamalarıyla hiç bir işim, hevesim, adetim olmadığı ama onun için önemli olduğunu bildiğim halde amirlere kızıp hıncımı fırat abiden çıkardığım, nöbet değişimine gitmediğim yılbaşı gecesi? amirlerim misliyle onu da ödettiler gerçi.
ama ya fırat abi?
"olsun abicim. daha çok gençsin. hayatta olur böyle şeyler" demişti. utandırmıştı. asla kızmamış, küsmemiş, sadece olgunluğuyla yerin dibine sokmuştu.
yoksa iki kış önce, patronların baskısına boyun eğip işine son verdiğim evli ve çocuklu genç adamın ahı mı? ya da herhangi başka bir halt mı, kendime bile itiraf edemediğim başka bir olay mı?
böyle bir yükü yıllardır sırtımda taşıtacak olay. ama artık nereye bakacağımı bilmiyorum. yoruldum ve yavaş yavaş ölmeyi öğrendim. 
bazen kelimeler ve bazen biçimi benzese de her insanın ölümü farklıdır. bir de bunu öğrendim işte. dün akşam üstü beş gibi. 
evet.

"böyle olmayabilirdi demenin hiç bir anlamı yok biliyorum. ama böyle oldu. böyle oldu ve müjdeler olsun. arkadaşlara da söyle, ben yavaş yavaş ölmeyi öğrendim..***

asaf'ın yokuşunda kendimle savaşımı henüz ilk muharebede kaybettim. gerekli ve yeterli eğitimi almadan cepheye sürülen tecrübesiz komutanlar gibi. saldırının nereden geldiğini öğrenene kadar yenildim. yine yenildim. hep yenildim. daha iyi yenildim. ama işte bittim. tükendim.
halbuki kimi sözler; ne kadar güzel, ne kadar yerinde olsa da bazen hayatla hiç örtüşmüyor sevgilim. 
hem de hiç.
hem biliyorsun; hislerimi gizlemekte pek mahir değilimdir. dolayısı ile devrik cümlelerimin mütemmim cüz-i olan hüznümü de boş yere saklamaya çalışmamalıydım bugüne kadar. zira er ya da geç tüm gerçekler bir bir çıkıyordu ortaya. tıpkı bu sabah vakti sanki gök delinmişcesine yağan yağmurun yüzümdeki ve cümlelerimdeki tüm maskeleri düşürdüğü gibi. oysa çok fazla şey istememiştim bu hayattan. çoğu alelade insanın istediği basit ve sıradan bir kaç dileğim olmuştu. 
olmadı. 
önümüzdeki hayata artık.
.
    * özdemir asaf - do
  ** masumiyet - 1997
*** ercan kesal - peri gazozu
.
amy winehouse - you know ı'm no good