küçük bir çay meselesi - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

küçük bir çay meselesi


gittikçe kötüleşiyor. oysa yenilendikçe, tecrübe edindikçe, daha iyisi olması gerekmez mi? yahut ve hani beckett amca’nın da dediği gibi yenilsek bile her seferinde daha iyi yenilmemiz, yenilenmemiz gerekmez mi? peki ya gelen gideni aratır sözünü kim, ne vakit,  niye söylemiş? oysa genellemeleri sevmem. bunun üzerine yatıp kolaycılığa kaçanları hiç sevmem. ama işte birisinin bana şu çay meselesini anlatması lazım. çünkü ve zira; yılların ‘çay delisi’ olarak bir türlü çözemedim bu meseleyi. kaç defa çömlek hanım’a sordum. (gülme lütfen böyle isim mi olur diye. hödük babası zamanında düşünmeden bu adı koymuş kadına. o da kırk üç yıl çömlek hanım aşağı, çömlek hanım yukarı gidip geldim. bu saatten sonra da ben değiştirmek istemiyorum. değiştirirsem sanki köklerime ihanet edecekmiş gibi hissediyorum selim bey demişti bir gün.) çömlek hanım da işte her soruya ve soruna aynı matbu yanıtı veren kamu kurum ve kuruluşları gibi her defasında aynı cevabı veriyor; “valla aynı demlik selim bey. dem ayarını yapamıyorum belki. ya da benden habersiz mutfağa girenler büyük demliği tutmayı bilmedikleri için fazla sallayıp karıştırıyor da olabilirler”
ne sabah ne de öğle sonraları. bir, iki, üçüncü bardakların sayısı ve sırası arttıkça tadı ve demi daha da bozuluyor çayın. sadece iş yerinde değil dışarıda da böyle bu durum.
halbuki diyorum; bir gün bize gelsen ve ben sana çay demlesem. hani şu her seferinde ukalalığımın başkenti yaptığım, “ben çok güzel çay demlerim” mottosunu pratiğe döksem. hem belki aşkımız da didaktik bir karşılık bulur böylece. sen bize gelirsen. övmelere doyamadığım, mütevazı kelimesini hayattan soğuttuğum dünyanın en güzel çayını demlerim. bir gün diyorum bize gelsen..
..
“sen otur keyfine bak” deyip televizyon kumandasını eline tutuşturup “ben bir çay koyup geleyim” diyerek mutfağa gitsem. sen ise oturma odasında keyfine bakmayıp elinde kocaman tv kumandasıyla mutfağa gelip tüm hücrelerinle gülerek ve dünyayı on saniyeliğine çok güzel bir yer yaparak “eğer bir sır değilse tv yerine çay demlemeni izlemek istiyorum” desen. beni gülümsetsen. beraber gülümsesek. sonra ben amerikan film ve dizilerinde hasta olduğum repliklere öykünüp “şuur şuur” diyerek ve sağ elimi açarak seni mutfağa davet etsem. çayın marketten gelip demliğin içine kadar süren yolculuğunu, paketten çıkarıp kavanoza koymadan önce tozu toprağı gitsin diye en ince makarna süzgecinde çay tanelerini süzüp kavanoza öyle koyduğumu, demlemeden önce de toz kalma ihtimaline karşı ve de çayın haşlanmaması için demliğin içinde soğuk suyla yıkadığımı ondan sonra kaynayan suyu, oksijen alabilsin diye olabilecek en uzak mesafeden demliğe dikkatle boşalttığımı anlatsam. sen sesini çıkarmadan gülen gözlerinle mutlu mesut dinlerken ben de mutlu olsam. ve böylece mutluluğun çok küçük detaylarda, bilhassa çayda olduğunu dünyaya kanıtlasak. sonra sen küçük mutfağımın, küçük penceresinden karşıdaki on katlı huzur apartmanı’nı farkedip bir kelebek gibi pencereye konsan ve “kim bilir ne çok hikaye vardır şu karşı apartmanda?” diye sorsan. ben demlemeye yüz tutmuş çayın buğusuna tutunup iki adımda yanına yaklaşsam. sol yanağımı sağ yanağına, çenemi sağ omzuna dayayıp tüllerin ardından işaret parmağımla anlatmaya başlasam...
..
“bak şu sağ yanda, en üstte albayım oturuyor. (evet gerçek karakterlere, kitap kahramanlarımın ismini vermeye bayılıyorum) asker tıraşlı kafası, sakalsız, sert yüz ifafesiyle evde olduğum her gün mütemadiyen görürüm onu. balkona sigara içmeye çıkar. 
albayım’ın hemen altında ise maria puder hanım var. onu da sigara içerken görürüm hep. ama maria hanım balkonda değil mutfak camında içer sigarasını. ve albayım’ın aksine sigarayı adeta çikolata yer gibi, çarçabuk bitirmez. keyfini çıkararak ve genellikle sade kahvesiyle içer. ressamdır maria hanım. salonunda kocaman bir tuali vardır. portre resimleri çiziyor genelde. ve de kara kalem. 
maria hanım’ın üç kat aşağısında ise tesadüf bu ya; başka bir tiryaki, bay c. oturur. karmaşık bir adamdır bay c. bazı balkonda, bazı mutfakta bazen de salon camında içer sigarasını. otuzların sonu olduğunu tahmin ettiğim genç yaşına rağmen çalışmaz. hafta içi, hafta sonu evde olduğum zamanlar hep görürüm onu. sanırım atalarından kalan gayrimenkullerin kira gelirleriyle geçiniyor. bazen de aşağıda top oynayan çocuklarla çocuk olur. “cemilll, nasıl koydular olm akşam cimboma” diye bağırır altı kat yukarıdan. cemil de aşağıdan önce siktir sonra da öfkeli bir şut çeker çöp konteynerinden müteşekkil kaleye. 
bay c.’nin hemen altında; ‘çalıkuşu feride’ oturur. çok sık görmem onu. bazen sevgilisi gelir. çok mutlu görünür o günler. bazen haftalarca görmem. evet, feride de sigara içiyor. bir devlet lisesinde edebiyat öğretmeni olmalı. nadir gördüğüm günler elinden kitap hiç düşmez. bazen de sınav kağıdına benzer dosya kağıtları görürüm. belki de yazardır. bilemiyorum. ama edebiyat öğretmenliği daha çok yakışıyor ona.
.
binanın sol blokuna gelince ilginçtir sigara içen kimseyi görmedim daha. güney cephesi hep sakin. küçük sahil kasabaları gibi. sessiz, sakin insanları barındırır bünyesinde. tuhaf belki ama evet gerçekten de bir yıldır sigara içen tek bir kul görmedim bu cenahta. sanki günümüz kafeleri gibi binayı da sigara içenler ve sigara içmeyenler diye ikiye ayırmışlar. 
işte bu sigarasız ve sessiz sol cenahın gediklilerinin başında; en üstte oturan, siyah, kalın çerçeveli gözlüğü ve koca göbeğinden çıkarıp ikide bir baktığı köstekli saati olan hayri irdal gelir. uzun uzun adalar’a bakarken görürüm onu. bir de işte saatine bakarken.
hayri irdal’in hemen alt katında ise; selim ışık otururur. o da adalara bakar mütemadiyen. bazen de kendi kendine konuşur gibi bir şeyler mırıldanır. uzaktan anlayamam ne dediğini. ama anlamayı çok isterim.
selim ışık’ın iki alt katında; iki genç adam görürüm çoğunlukla. bazen de muhtelif yaşlarda dört ya da beş insan görürüm. ama sıklıkla bu iki genç adam. muhtemelen üniversite öğrencileri ve hukuk oluyorlar. raskolnikov ve razumihin diyorum ben onlara. şimdiye kadar bir yanlışlarını görmedim. ama gözüm üzerlerinde.
ve tabi ki aşk. 
aşksız bina mı olur? 
4.katın ve sitenin ve hatta hatta mahallenin çifte kumruları. taze evlileri. daha iki ay önce site düğünü ile (evet modern şehirlerde artık salon, kır düğününden sonra böyle bir akım var. varoşu, okumuşu fark etmiyor semtin) gürültü rekorunu kırıp kulak zarımızı iğfal ederek tam bir saat on dokuz dakika süren davul-zurna-korna kombinasyonuyla dünya evine girdiler. apartmanın adı huzur olunca bizimkilerin de ismi doğal olarak mümtaz ile nuran oldu. o vakit sinirden tebrik edememiştim. ama şimdi mutluluklar diliyorum onlara. umarım sonları benzemez kitaptakine. gerçi şu ana kadar bardak çanak şangırtısı ve bilimum bağırış çağırış sesleri gelmediğine göre mutlu olmalılar. elbet daim olsun mutlulukları. biz de çıkalım kerevetine.” deyip cümlemi bağlar bağlamaz sen “ne güzel! bunları bir hikayeye dönüştürsen ya?” demeden hemen önce “canım omzum uyuştu galiba” desen. ben özür mahiyetinde öpsem uyuşan omzunu. hemen akabinde “çay demlenmiş olmalı” desen. taze demlenmiş çayın kokusunu aynı anda hissetsek. bir kez daha mutlu olsak ve cemal süreya’nın kahvaltılı mutluluk tarifine sataşıp mutluluğun bizatihi ve safi kaynağı çaydır diyerek altına da imzamızı atsak diyorum.
bir gün.
bize gel.sen.
ben.
çay demlesem.