beş vakit - 22 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 22


sabah: iş yerine doğru yürüyorum. hava karanlık. biraz alaca. gecenin mi yoksa sabahın mı karanlığı? seçmesi zor. sis de var. nerden anlıyorum? sağımdan aşağı yuvarlanan yokuş boyunca sağlı sollu sıralanmış, aydınlatma direklerinden süzülen ölgün sarı ışığın hüzmesinde topaklanmış ve cetvelle çizilmiş gibi yola doğru uzanmış beyaz sis bulutunu görüyorum. dışarıda benden başka canlı yok. sokak lambalarından yansıyan sarıyla gökten aşağı inen beyazın aşk içinde birbirlerine sarılmasımı izliyorum. öyle simetrik. öyle geometrik. yok anlatamıyorum. manzara diyorum öyle durgun. öyle dingin ve öyle sade ki kıskanıyorum. hafızama kazıdığım bu görüntüyü ölümsüzleştirmek istiyorum. elim cebime gidiyor. ama aynı saniyede vazgeçiyorum. telefonla hem de bu kadar uzak mesafeden kafamdaki gibi muhteşem bir görüntü olmayacak. fotoğraf makinamın yanımda olmadığıma hayıflandığım ikinci an bu. o makina ki daha alalı üç ay olmamışken satış listesine koymuştum. ofise gittim. çayı demledikten hemen sonra fotoğraf makinasını satış listesinden kaldırdım.
..
öğle: tüm dinlenme vaktim boyunca gözlerimi kapadım. ve yalnızca carla morrison dinledim. tek bir sanatçı. bir tek şarkı. fakat böyle bir sesi bu zamana kadar niye dinlemediğim yahut buna dikkat etmediğim için kendime kızdım. çok kızdım. carla morrison çünkü hasan hüseyin korkmazgil şiiri gibiydi. “beklenilen günler gibi güzeldi. çok güzeldi. 
..
ikindi: carla’yı bırakamadım. dinlerken kah çalıştım. kah çay içtim. geniş kanatlı pencereden dışarıyı da izledim. bazen rüyalarıma giren karatepe’ye baktım uzun uzun.  son bir kaç ayımı düşündüm. derken son beş yılımı. son on yıl, on beş yıl derken. hayatımı koydum masanın orta yerine. sonuç; ‘yükümüz ağır. yükümüz çok ağır’ derken yakaladım kendimi. oysa hepimizin irili ufaklı, sayılı sayısız bir sürü yükü vardı. benim de vardı elbet. bugüne kadar yüklerimi hep dışımda aradım. ağırlığı içimdeydi ama hep dışıma yansıttım. bana göre yüklerimin sebebi dışsal faktörlerdi. oysa fena yanılmıştım. zarifoğlu haklıydı. “bize ağır gelen kendimizdik. yolda, okulda, işte. başkalarıyla birlikte taşıdığımız kendimiz.”
..
akşam: anneme geldim. yemeği yedik. ben yazmaya oturdum. o bir yandan televizyondaki diziyle konuşurken bir yandan da meyve soyuyor. portakal. kokusuyla uzaklara savruluyorum. yine ve çünkü carla var kulağımda. dimağımda eski, tek katlı ama büyükçe bir bina. siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımızla ‘yerli malı yurdun malı. herkes onu kullanmalı” yazılı duvarın önünde sıralarımızı yan yana dizmişiz. yerli malı haftası kutluyoruz. bir sürü meyve var masaların üstünde. ben sadece portakalı görüyorum. bir de tam karşımda gözlerinin içi gülen özlemi. ayrı düşmüşüz. kümelere ayrılmışız. ufuk-tan-doğan-güneş. ben ufuk kümesindeyim. o güneş. aramızda portakallar var. mandalina ve dahi elmalar. çaktırmadan güneş kümesine geçmek istiyorum. önce hafız’ı siper ediyorum kendime. sonra turan’ı. nihayet turgut’un arkasından da geçip tam güneş kümesine, özlem’in yanına geçmek üzereyken “ayva’da güzelmiş. biraz da ayva keseyim yer misin?” dedi annem. hemen peşinden de dizi yapımcılarına kızarak, “bunlar da hep aynı şeyleri gösteriyorlar” diyerek sitem etti.
..
yatsı: yıllar önce babamla toplu olarak çektirdiğimiz eski bir fotoğrafı arıyorum. bulamıyorum bir türlü. anneme soruyorum. boynunu hafif sağa eğip bilmem anlamında dudaklarını büzüştürüyor önce. dolap çekmecelerini adres gösteriyor sonra. fotoğrafı bulamıyorum. ama bordo renkli, küçük bir telefon defteri buluyorum çekmecede. açıyorum. babamın defteri. en az yirmi yıllık. belki daha fazla. kendine özgü, 8 çizip üzerine şapka yaptığı yumuşak g harfleri tanıdık geliyor önce. sonra a yazışı. kapaktaki imzası daha sonra. rehberin a harfi için ayrılmış sayfasında 10 isim var. yarısı, onun gibi hayatta değiller şimdi. hayatta olanların da nerede, ne yaptıklarını ben bilmiyorum. birden aklıma bir şey geliyor. sahafta elime ilk kez aldığım kitapları kokladığım gibi büyük bir heyecanla kokluyorum bordo renkli defteri. onu hatırlatacak bir koku arıyorum. başka bir iz. ama hiç bir şey hissedemiyorum. onu öldüren lanet sigarasının kokusuna bile razıyım. sadece koskocaman bir boşluk. yokluk hissi. boğaza dizilen koca bir yumrudan başka. hiç bir şey. 
...