iteration - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

iteration


aralıklarla beş senedir ve son sekiz öğlendir buraya geliyorum. bu varoş, bakımsız ve kaderine terkedilmiş, mahallenin ortasında tutunmaya çalışan, şimdiye kadar üç kez el değiştiren, her değişimin ilk haftasında müşteri rekorları kıran, sonrasında ise sinek avlayan, öğlen üç masayı zor toplayan bu sakil kafeye. hem patronluk, hem kasiyerlik bazen de garsonluk yapan sahibiyle şahsen tanışıyoruz artık. ama hala isimlerimizi bilmiyoruz. bugün olduğu gibi hemen girişte göz göze gelip başımla selam verdikten sonra hep aynı, güneşi tam cepheden gören, pencere kenarındaki masaya oturuyorum. ve her zamanki gibi sade türk kahvesi söylüyorum. telefonumdaki müzikleri karışık düzende dinlerken yazarak düşünüyorum. bazen durup öylece gökyüzündeki mavi boşluğa bakıyorum. bazen de güneşe bakıyorum gözlerimin kamaşmasına aldırmadan. sonra tekrar düşünüyorum.
şimdi işte sıcaklığı hala yakan bu kasım yazında yüzümü olabildiğince güneşe veriyorum. sonra
neden ve özellikle geçen haftanın tamamında ve bu haftanın yarısında buraya geldiğimi soruyorum kendime. cevabı bulmam zor olmuyor. çünkü burası; benim hayattaki sıkışmışlığımın karşılığıydı. içerilerden gelen bir ses; ‘şayet bir şey bulacaksan burada bulacaksın’ diyor. bu sese hem kulak hem de hak veriyorum. lakin henüz bir şey göremedim. ama görmeyi, bulmayı ümit ediyorum. bugün olmazsa yarın. olmazsa ertesi gün. olmazsa daha ertesi gün. ya da işte elbet bir gün. evet hep aynı şeyleri yapıp farklı sonuçları elde etmeyi düşünen o ahmak benim amirim.
...
çok uzun zaman önce “koş babanı çağır kahveden. hemen eve gelsin” demişlerdi. altı yaşındaydım. ki kürt memet’in kahvesini üç yaşındaki çocuk bile biliyordu. koca mahalledeki tek kahveydi zaten. motorcu hilmi’nin yokuşunun bitimindeki dolmuş durağının hemen çaprazındaydı. en kestirme yol motorcu’nun dik yokuşuydu. ama işte onun da vahşi köpekleri vardı. bir gün az kalsın sağ kalçamı kopracaklardı it oğlu itler. öyle azgın köpeklerdi. bereket versin ki hilmi oradaydı. bir ıslıkla muma çevirmişti siyah kurt kırmalarını. 
kahve diyordum. benim için bulmak çok kolaydı. karşısında hasan bakkal vardı. onun bitişiğinde de berber recep’in dükkanı. bana koş diyen nevin teyze’ye nedenini niçini sormadan koşarak çıkmıştım evden. galiba annem çok hastaydı. bağırdığına göre canı da yanıyordu. sesi kulaklarımdaydı. daha yokuşun başındayken nefes nefeseydim. dünyanın en dik, en uzun yokuşunu tırmanmadan önce şöyle bir yukarıya, zirveye bakıp nefeslendim. bir an önce kahveye varmalıydım. kurt köpeklerini düşünmek için zaman yoktu. var gücümle yokuş yukarıya koştum. ama çabuk yoruldum. durdum. bir kez daha yukarıya baktım. sanki ben yukarı hamle yaptıkça birisi yokuşun boyutunu uzatıyordu. ve az önceki devasa uzunluk aynı şekilde yerinde duruyordu. bu şekilde bir durup bir yukarı bakarak köpeklere yakalanmayarak yokuşu çıktım. düzlüğe çıkıp uzaktan kürt memet’in kahvesini görünce son kez nefeslenip var gücümle yeniden kahveye doğru koştum. kapıdan içeri girer girmez babamı aradı çocuk gözlerim. sigara dumanına boğulmuş loş ortamda. oyun oynayan adamların bağırış çağırışlarına karışan okey taşı sesleri arasında uzaktan tanıdım babamı. çay ocağında bir tepsiye dizdiği ince belli bardaklara büyük bir titizlikle çay dolduruyordu. yanına koştum hemen. 
babam zaten beni görünce bir terslik olduğunu anladı. ben daha “baba nevin teyze hemen gelsin dedi” sözümü tamamlamadan boynundaki lacivert önlüğü çıkarıp çay ocağını çevreleyen koyu kahverengi camekana asıverdi. ardından da; “rıfat, vakit geldi sen yerime bak” diyerek ocağın önündeki masada tespih çeken iri kıyım, pala bıyıklı, esmer bir adama doğru seslendi. beni de elimden tuttuğu gibi bir hışımla dışarı çıkardı. yolun karşısına berber dükkanına seyirttik. berber recep’le laflayan taksici nuh'u apar topar koltuğundan kaldırıp onun damalı taksisiyle çarçabuk evin önüne geldik. nuh’un taksisi durur durmaz babam kapıyı bile kapatmadan on beş basamaklı merdiveni üç adımda geçerek evin giriş kapısında kayboldu. sanırım ağlamaklı bir hal almışım ki taksici nuh “bir şey yok şimdi gelecek baban” deyip avutmak amaçlı torpidodan aldığı bir kaseti bana uzattı. kasetin üzerinde uzun saçlı adamların fotoğrafı vardı. ya barış manço ve kurtalan ekspresti ya da ersen ve dadaşlar'dı. sonuçta taksici adam, beatles dinleyecek hali yoktu. ama ben elimin tersiyle geri ittim kaseti. kaset yere düştü. nuh sinirlendi. dedim ya taksici her yerde taksiciydi ve ona mavra yapılmazdı. “siktir eşşoolueşşek babası hariç” dedi. zaten ağlamaya teşneydim ve hemen oracıkta zırlamaya başladım. tam o sırada babam, nevin teyzem ve yan komşumuz hanife teyze annemi kucaklamışlar benim olduğum arka koltuğa sokmaya çalışıyorlardı. bir papara da babamdan yedim. “in oğlum aşağı. annen hasta. onu yatıracağız.” 
"bana ne inmiycem" dememle gök gürültüsü andıran "eşşooleşek" ünlemesi duydum. çocuğa şiddet 1980’lerde de yasak olmalıydı. kayışı iyice koparmıştım. ağlaya ağlaya arabadan indim. fakat susmadım. kıçımı yırta yırta ağlamaya dışarıda da devam ettim. bizimkiler telaşla arabaya bindi. ben az önceki paparayı unutup ağlayarak babama koştum. babam da unutmuştu. daha sevecendi şimdi. “oğlum sen gelemezsin anneni doktora getirip geleceğiz hemen” der demez şoför yanı koltukta sol ayağı arabanın içinde, sağ ayağı dışarıda olduğu halde ayağa doğruldu.
mustafa, selim sana emanet” dedi ve kapıyı kapatıp ömrümün en uzun yokuşunu ışık hızıyla çıktıklarında mustafa’nın pençesi beni boynumdan yakaladı. 
mustafa benim için tam bir gulliver'di. boyu iki buçuk metre falan vardı. elleri kafam kadardı. pinokyo burnunun altında henüz terlemeye yeltenmiş ama bıyık olmaya muvaffak olamamış bir kaç sarı tüy vardı. çocuk aklımla benden yirmi yaş falan büyüktü. oysa çok sonradan öğrendim ki on beş yaşındaymış. babam o hengâmede bir çocuğu başka bir çocuğa emanet etmişti. ama allah’ı var şimdi mustafa da bana da iyi baktı. çikolata, kola, çerez, sakız. harçlığı elverdiğince marketi yığdı önüme. iki dakika önce beni terk edip giden öz babam yapmadı bana bunu. ama işte huysuzdum bir kere. "babama götür" beni diye tutturmuştum. çaresiz o da benimle başa çıkamayınca kendi babasının yanına, kemal amcaya götürdü. 


evinin altında demir-doğrama dükkanı vardı kemal amca’nın. demir dökümde birlikte çalışmışlar babamla. bir gün babamla kemal amca’nın da bulunduğu bir grup sendika münasebetleri gerekçesiyle toplu olarak işten çıkarılmış. kemal amca bu dükkanı açmış. babam iş oldukça inşaatta çalışmış. olmayınca da kürt memet’in kahvesinde hafta sonları çalışmaya başlamış. çok severlerdi birbirlerini. babamdan biraz büyüktü kemal amca. bilgeydi. kitaplığında bir sürü kitabı vardı. babam ne vakit dara düşse yanına giderdi. hoş, derdi olsun olmasın haftada bir mutlaka uğrardı yanına. ben de çok severdim kemal amcayı, babamdan sonra ikinci kahramanımdı. bir akşam yemeğinde boğazıma takılan istavrit kılçığını ev ahalisi birlik olup çıkaramayınca babam elimden tutup kemal amcaya götürdü. sapsarı, 36 ekran, siyah-beyaz küçük bir televizyon o akşamdan aklıma kazınan. bir de kemal amcanın ilginç sorularıyla birlikte bıçağın ucuna saplayıp saplayıp burnuma dayadığı elma, portakal, muz dilimleri. sorular bittiğinde mucize gerçekleşmişti. kılçıktan eser yoktu. kemal amca gülümsüyordu. babam mutluydu. ben başka soru yok mu diyordum. böyle mümtaz bir şahsiyetti kemal amca. ama işte bilgelik, mümtazlık da bir yere kadardı. kemal amca'yı görür görmez 'beni babama götürün türküsünü' ona da söylemeye başladım. çılgınlar gibi bir o yana, bir bu yana atıyordum kendimi. iki kişi zaptedemiyorlardı beni. sonunda yine bilgelik galip geldi.
kemal amca; "söz götüreceğim seni ama önce şu işimi bitirmeliyim." diyerek arkada iki parça halinde duran kıpkırmızı bisikleti gösterdi. ve devam etti; "bunu tamir edersek üzerine binip daha çabuk gideriz. bana yardım etmek ister misin?" bisikleti görünce ne babam ne annem aklıma geldi. bisiklet sevdasına kaç zaman geçmişti bilmiyordum. gece karanlığında bisiklete binip eve gittik. içerisi komşularla, tanıdığım ve tanımadığım akrabalarla doluydu. holden odaya doğru baktığımda beyaz bir beze sarılı küçük bir bebek vardı annemin kucağında. baş uçlarında gülümseyen babam. çok mutlulardı. babam beni fark ettiğinde gülümsemesi bıçak gibi kesildi. birden ciddileşti.  "selim gel oğlum. bak kardeşin geldi" demesiyle. yine ağlamaya ve dışarı çıkıp koşmaya başlamıştım ki kocaman bir el boynuma dolandı. kafamı kaldırdım. gulliver mustafa'ydı. pis pis sırıtıyordu.
...
yüzümün yandığını hissettim. başımı güneşten sakınıyorum bu kez. sadece omzumdan aşağısı, çoğunlukla sol yanım güneşle haşır neşir şimdi. varoş kafenin radyosu son ses açık. etrafta üç dört masa dolu. hepsinde birer kişi. bir bezginlik. bir yorgunluk asılı duruyor sanki havada. savaştan yeni çıkmış halkın yıpranmışlığı. bozkırın hareketsizliği, tekdüzeliği hakim ortama. bugün garson bile altı dakika sonra geldi. sade kahve dedim. mır mır bi'şeyler geveledi durdu ağzında. en nihayetinde beş dakika sonra dediğini anladım. ama sebebini anlamadım. gitti. vaktim vardı. dert etmedim. hatta kımıldayasım yoktu. ‘hayatın ikinci yarısı çok zormuş. oysa ilk yarısında atabileceğim kadar gol atıp ikinci yarıya saklamalıydım’ gibi astarsız bir cümle geçti zihnimden. sıkıldım. bu kez sağ yanımı güneşe verdim. başımı sakındım yine. telefonuma yöneldim. yeni bir şarkı açtım. bazı şeylerin sadece tesadüf olmadığına inancım arttı. göksel’di söyleyen. gidelim diyordu buralardan. gidelim. bu kadının sesindeki büyüyü yıllardır çözemedim. ama aralıksız 17 dakika on iki saniye aynı şarkısını dinledim. mesai başlamasaydı bir yirmi dakika daha dinlerdim. lakin işte; böyle böyle sıkışmış hissediyor insan. istediği vakit, istediğini yapamamak diyorum niye bu kadar zor? cevabını bilmezmiş gibi. bu kez başımı sakınmadım. güneşin en dik geldiği açıya serildim sere serpe. biraz yaktı. ama değdi. çok değdi.
.
pilli bebek - olsun
.