...
fakat yine sustu. önce derin bir nefes aldı. sonra gömlek cebinden sigara paketini çıkardı. çok mühim bir iş yapıyormuş gibi özenle ve ağır hareketlerle paketin içinden bir sigara aldı. ardından da ‘emin misin’ der gibi paketi bir kez daha bana doğru uzattı. paketteki diğer yandaşlarından biraz ileride duran tek dal sigaranın davetkarlığında bir an duraksadım bu kez. ikram edileni alsam kendime, almazsam hafız’a ayıp edecekmişim geldi. kendimi boşverdim. dostluk bunu gerektirirdi. sigarayı alır almaz yaktım ve hemen derin bir nefes aldım. ciğerlerimi yaktı duman. öksürttü de. fırsattan istifade eden gözlerim de doldu tabi. hafız sanki bu işareti bekliyormuş gibi hemen söze girdi.
“senin neden kaçtığını ben biliyorum oğlum, uzatma işte. defalarca konuştuk bunu seninle. olacak iş değil! deniz’siz yapamazsın sen. hatırlasana! daha önce de kaç defa ‘olmuyor, yürümüyor, tükeniyorum’ dedin ama gidemedin. çünkü; ne sen deniz’siz ne de deniz sensiz yapamaz. anlasana! bağlanmış oğlum sizin kaderiniz. çıkış yok, unut bunu.”
hafız’a baktım. çocuk gözlerinde bir yumuşaklık, eli omzumda. beni, benden iyi bilen hafız, her zamanki gibi yine haklıydı.
..
yıllar evvel deniz’le, denizin kıyısındaki bu metropolde bir yaşam kurmuştuk. ki daha ikimiz de çocuktuk. aşk nedir doğru dürüst bilmezken. ilk zamanlarımız oyun gibiydi. o okuluna devam ederken ben eve ekmek getirirdim. sonra okulu bitti. vapur turnikeli, dört asansörlü, çok katlı plazalardan birinde işe başladı. bir diğer plazada da ben. o 4.levent’te ben maslak’ta çalışıyorduk. evimiz gümüşsuyu’ndaydı. geç saatlere kadar süren kariyer mesailerimiz vardı. akşamları yorgun argın eve dönüyor, bazen ekmeği unutuyorduk, bazen peyniri. bazen de sevişmeyi. böyle böyle seneler geçti. bazen aynı koltukta oturan iki yabancı gibiydik. bazense aynı kader yolunu birlikte yürüyen iki yoldaş gibi. elini tutardım. sıcacıktı eli. bir yavru kuş gibi. ama sevgili gibi değildi onca yıl sonra.
.
sonra bir gün, kıpkırmızı saçlarıyla önümden geçip gidiverdi aşk. ertesi gün aynı metro hattında, yine. ertesi gün artık konuşmak farz olmuştu. ama ne konuşacaktık? bu şekilde izledim onu tam iki mevsim. üçüncünün yani sonbaharın yeni başladığı günlerdi geldiği gibi sessiz ve derinden gittiğinde. oysa tek bir kelime dahi konuşamadan. nerdeyse koca bir hayatı beraber yaşamıştık halbuki! o gün değil ama o günden tam on gün sonra, gittiğini anladığımda, ben de gitmek istedim. bu şehri bırakıp bambaşka bir şehre gitmek, her şeye baştan başlamak, hatalarımı temize çekmek. ki fırsatım da vardı. üniversiteden arkadaşım şener, üç yıl önce ankara’da önemli bir holdingin genel müdürü olmuştu. ısrarla beni çağırıyordu.
ama yapamadım. gidemedim. ne deniz’i, ne deniziyle müsemma bu kenti bırakamadım.
fakat yine de bir kapı açılmıştı içimde sanki. bir defa su yüzüne çıkmıştı işte o en derinde sakladığım. yıllardır hissedemediğim ama son iki mevsimdir alev alan. beni kavuran, yıkan, yakan. kapayamadım da o kapıyı.
.
oysa unuttuğumu sanmıştım. ta ki yine bir kış günü ve yine metroda karşıma çıkana dek. tüm cesaretimi toplayıp konuştum da.
işte o konuşmadan üç ay sonra şimdi bu çıkmazdayım. hafız’la burada buluşmamızın nedeni. içimdeki denizde kopan fırtınaların bir numaralı sahibesi. hem burada hem de çok uzaklarda olmak isteme sebebim.
ben daha ne olduğunu anlayamadan, ilk konuşmamızdan itibaren tutulmuştum sağanak yağmuruna. kendim gibi sanmıştım. mutluluğu bir insanda değil, anlarda, yaşananlarda arayan biri sanmıştım. içimdeki dengeyi sağladığını sanmıştım. deniz’le sevişirken onu sevebilirim sanmıştım. bedenim deniz kıyısındayken, kalbim apayrı coğrafyada olabilir sanmıştım. oysa gitmişti o. geldiği gibi, aniden. bir yaz sağanağı gibi geçip gitmişti. üstelik; “bence şimdi herkes gibisin” demişti giderken. nazım’ı, o andan sonra bir daha eline alamayacak bir enkaz bıraktığından habersiz.
.
bir ömür gibi gelen bu sürede adalar’ın önünde parıldayan yakamozlara dalmış bunları düşünürken hafız hafifçe omzumu sıkıp konuşmaya devam etti.
“bak dostum, insanoğlu her zaman seçmediği diğer seçeneğin yasını tutar. bilmez misin?
hem kierkegaard ne demiş; ‘ dünyanın saçmalığına gül, pişman olacaksın. buna ağla, yine pişman olacaksın. her şekilde pişman olacaksın. bir kadına inan, yine pişman olacaksın. inanma, yine pişman olacaksın. inan ya da inanma her şekilde mutlaka pişman olacaksın. kendini öldür, pişman olacaksın. yaşamaya devam et, pişman olacaksın. öl ya da devam et, her şekilde mutlaka pişman olacaksın. o yüzden artık mızmızlanmayı bırakmalısın. hadi kalk dilim damağım kurudu şu senin güzel çaycında bire çay içelim. şurdan bir de deniz’i ara buraya kadar geldim, bari akşam yemeğine kalayım.”
ne diyebilirdim ki, hafız haklıydı. hayallerimi toplayıp yüklüğe kaldırdım, bir dahaki kışa dek, unutmaya karar verdim. evet, ben gidemeyecektim bu şehirden. ne deniz’siz ne de denizsiz yaşayamazdım.