pazarın sekiz buçuğunda dört vagon dolusu insan, yerin altında bir bilinmeze gidiyoruz. içinde bulunduğum vagon neredeyse ağzına kadar dolu. tünelin ucundan ne çıkacağını merak eden mülteciler gibiyiz. kimse konuşmuyor. çoğunluk uykulu. hatta yer yer gözleri kapalı. bazıları telefonda oyun oynuyor. üç beş kişi kitap okumaya çalışıyor. mecburiyetleri olmasa ülkenin yüzde sekseninin kıçında pirelerin uçuştuğu, horul horul uyuduğu bu tatil sabahında, ağustos sıcağında kimse yerinden kımıldamazdı eminim. ama işte mecburiyetler. sorumluluklar. arkadaşlıklar.
.
.
yaklaşık üç sene önce gençliğinle karşılaşmıştım bu vagonların birinde biliyorsun. acaba yaşlılığına ne vakit tesadüf ederim, bilmiyorum. ama bildiğim ‘ne güzel yaş alırsın sen?*’
.
büyükçe bir meydana konuşlanmış kafede hafız’ı bekliyorum. söylemiştim; randevularıma erken gelme hastalığım var. şikayetçi değilim ama. dünkü cehenneme göre daha az güneşli, bol rüzgarlı bugün hava. hatta ufaktan yağmur da çiseliyor. öyle bir kaç dakikalık bahtiyarlık. rüzgar kulağımdaki şarkıyla birlik olup ruhumu yine uzak diyarlara uçuruyor. hiç bilmediğim, görmediğim hayallerle tanıştırıyor. misal hep tren yolculuğu dedik de bir mavi yolculuk hayal etmedik seninle. şimdi işte, ben ikimizin yerine o hayalin içindeyim. denize açılmışız. ama kıyıda bembeyaz evler de seçiliyor. ben diyeyim yunan adaları, sen endülüs. geminin ucunda öylece duruyoruz. konuşmuyoruz. bir oyun tutturmuş gidiyoruz. iyot kokusu ile birlikte aşkımızı içimize çekiyoruz. sonra yüzümüze çarpan su damlalarından oluşan mutluluklarımızı birleştirip tekrar denize salıyoruz. sonra yeniden tuzlu su parçacıkları. sonra yine özgürlük. sonra hafız’ın kart sesi.. selimmm. selimmm.
.
“vay ihtiyar kurt” dedi kucaklaştık. bilinçli bir hitap değildi. kurtluk, aslanlık. hafız böyledir. o an aklına eseni söyler. bugün kurt, yarın kartal, ertesi gün tavşan oluruz. ben alışkındım da toplum buna hazır değildi. hafız’ın bu destursuz girizgahından sonra ön taraftaki pazar kahvaltıcılarından bir kaç tanesinin boyunlarını geri esnettiklerini gördüm. gülümsemekle yetindim. biri gülümsedi. kaçak bakış atan diğer ikisi hiç bir şey olmamış gibi önlerindeki serpme kahvaltılarına döndü.
anlatacaklarımız birikmiş. eski ve yeni anılar birbirine karıştı. sonra içtiğimiz çaylar kana. seviyordum bu deli dolu adamı. fiko’yu da unutmadık. amanoslar’a canlı bağlandık. sonra ve her zamanki gibi dağıldık..
.
dönüş yolculuğunda, acıbadem’de iki sevgili tahteravalliye biner gibi karşılıklı oturmuşlar. yüz yüze. ama gözleri çok uzaklarda. can yücel’in iki insan arasındaki mesafesi gibi araları. birbirine yakınlar ama çok da uzaklar aynı zamanda. erkeğin sırtını görüyorum. kamburundan üzgün olduğunu anlıyorum. kadının ise yüzü net görünüyor. güzel. duru. ama hüzün bir yüze nasıl yakışıyorsa öyle güzel. aracımız hareket ederken, onlar hala uzaklara bakıyorlardı. aralarındaki buhranı tez vakit atlatmalarını diledim nazan öncel; ‘bu kaçıncı bahar’ı söylerken.
.
şimdi, balkona oturmuş sadık yarim adalar’a bakarak yaşadıklarımı tarihe not düşüyorum. peki ama niçin? onlarca cevap üretebilirim bu soruya. ama ve sanırım tek bir cevap kafi; unutmamak için...
şimdi, balkona oturmuş sadık yarim adalar’a bakarak yaşadıklarımı tarihe not düşüyorum. peki ama niçin? onlarca cevap üretebilirim bu soruya. ama ve sanırım tek bir cevap kafi; unutmamak için...
..
.