gidelim buralardan-4 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

gidelim buralardan-4

sol taraf büyükada-heybeliada, sağ taraf kınalıada-burgazada” diye bağırıyor mavi marmara çığırtkanı. çünkü ada vapurunu kaçırdım. çünkü spontane bir kararla üç gün planladığım tatili iki günde bırakıp sabah erkenden veda ettim küçük deniz şehrine. bostancı’ya el verip sağ tarafa, burgazada’ya gitmek niyetim. üstelik hayatımda ilk kez. neden bu kadar geç kaldım bilmiyorum. ama ‘hiç bir şey için geç değildir’ düsturuna sıkı sıkıya sarılıyorum şimdi. en son şehir hatlarıyla heybeli’ye, büyükada’ya gitmiştim. temmuz’du. istanbul kalabalıktı yine. ama bu kadar değildi. sıcak ve nemliydi yine. fakat bu kadar değildi.
..

büyükadacılar, adı gibi büyük bir kalabalıkla sol taraftaki tekneye bindiler. burgaz-kınalı grubuna göre daha genç ve enerjiklerdi. bizler, sessizlik ve huzur arayan mutsuz azınlık, sakince bindik teknemize. anakaradan uzaklaştıkça üzerimizdeki nemle birlikte stres de azalıyordu. sanki saf oksijen soluyorduk. hareketlerimiz rahat, düşüncelerimiz insancıldı. misal ben mecbur kalmadıkça pek laflamadığım diğer insanlarla bile sosyalleştim. yanıbaşımda oturan ve kınalı’ya yüzmeye giden gençlere deniz önerilerinde bulundum. ince belli de çay servisi yapan fenerli görevliyle şakalaştım falan. ama en çok fotoğraf çektim. 
..

nihayet burgazada’dayım. ilk kez. hissettiğim; sakinlik, sessizlik ve denizden karaya yahut adadan denize esen huzurlu bir rüzgar. iskelenin dibinde, adanın mühim yerlerini gösteren tabela karşısında bir kaç dakika, hiç bir şey yapmadan bekledim öylece. bana dışarıdan bakanlar tabelayı okuyorum sandılar. oysa ben içime bakıyordum.
..

elbette ilk durağım sait faik müzesi oldu. küçücük adada bulmam biraz güç oldu ama geç olmadı. zamanım çoktu. müzeyi ararken telefonda konuştuğum ve müzeye ilk gittiğinde çok etkilendiğini söyleyen arkadaşım “bakalım ne hissedeceksin?” deyince  “odunum ya biraz etkilenmeyebilirim” dedim.
doğrusu tüylerim diken diken oldu. yine de vücudu saran titreme ve üşüme halini ortamı çok soğutan klimalara bağladım. 
ilk ve en etkilediğim yer, an; hande abasıyanık’ın 23.7.973 teki yazısıydı...
büyüdüğüm zaman senin gibi insancıl olmak isterim.
en çok sevdiğim, en çok vakit geçirdiğim yer ise 2.kattaki mektup odasıydı. çıkmak istemedim adeta. mektupları okudum. fotoğraflara baktım. defalarca.
..
insan, sevdiği insana mektup yazmak için bu saatte kalkmalı ve bir kır kahvesine gitmelidir” yazıyordu sait faik’in okuduğum son mektubunda. böyle bir çay-kahve yeri aradım. kalpazankaya’ya doğru yürü bulursun dediler. yola koyuldum. ama yanlış ve olabilecek en ters tepeye çıkmışım sıcakta. elektrikli bisikletinin arkasında bir kasa domates taşıyan, bıyıkları yeni terlemiş ergen söyleyince bunu, adadaki atları en iyi ben anladım. hem aç, hem susuzdum. bir de işte sıcaktı. ve hala ağustostu. çok yürümüştüm. yine yürüyecektim. bana değil ama o güzelim atlara yazıktı. hem her şeyin elektriklisi var artık. bisiklet, motosiklet. sayın adalar belediye başkanı şu faytonu yasaklasa bari. bana diyorum inanmıyorsanız; yaz sıcağında o tepeye bir kere çıkıp sonra inmeyi deneyin!
..

kır kahvesi ararken bir öğretmenevi buldum. karnım açtı. rüzgarı ve manzarası da güzeldi. dün tatilde yediğim doğrusunu yarısını yemediğim fahiş fiyatlı köfteden sonra öndeki iki teyzeden kopya çekip köfte söyledim. tadını beğendim. üstelik fiyatlar da makul. dahası en önem verdiğim çayı taze ve nefisti. her zaman böyle midir yoksa bana mı denk geldi bilmiyorum?
..
şu an telefonum benden uzakta, şarjda. o yüzden bu bölümü elimdeki kitabın arka kısmına yazıyorum. hiç bir şey bulamasam, şu an oturduğum kafenin peçete kağıtlarına yazacaktım. zira sait faik’ten çıktıktan sonra ‘yazmasa deli olurdu’ insan!
kalpazankaya tesislerine kadar ki adresi sorduğum şeker teyzenin “ama 20 dk yürümelisin” diye uyardığı yolu 15 dakikada aldım. fakat aç gitmek gerekiyormuş! zira tok gelenlere çay-kahve servisi yokmuş. ben de dönüşte burgazada güzelleştirme derneği’nin çay bahçesine oturdum. çalışan ablam elinden gelen gayreti gösterse de servis biraz zayıf. yer yer selfservise dönebiliyor. hani amerikan filmlerinin terkedilmeye yüz tutmuş, ücra kasaba işletmelerindeki gibi sakin, kendi halinde bir havası var mekanın.


neyse ki leylek süprizi yaşadık. servisi, çayı unuttuk. önce ne yapacağımızı şaşırdık. kafamızın üstünde, elimizi uzatsak dokunabileceğimiz hissi uyandıran yakınlıktalardı. harika bir manzaraydı. hepi topu üç ya da dört masa müşterisi ayağa kalktık. neden sonra fotoğraf çekmeyi akıl ettik. lakin böyle yakın bir his ve manzara ile ömründe kaç kez karşılaşır ki insan? dolayısıyla fotoğrafla anlatılmayacak kadar güzel bir deneyimdi. çok güzeldi. 
..
yazmaya ara verip üzerine karaladığım kitabı kaldığım yerden okumaya başlamıştım ki bir şaşkınlık hali peyda oldu.
hayat aslında çok mu adildi yoksa ve hala bize şekil mi yapıyordu bilemedim. çünkü ve daha henüz ikinci paragrafta; keşfe çıktığım burgazada bahsi ve dahası şu bırakıp gitme meseleleri vardı.
“burgaz’dan son vapuru, son anda yakalayışlarımızı hatırlıyorum. burgaz’ın dost ışıkları arkamızda uzaklaşırken, önümüzde istanbul’un yanıp sönen çılgınlığı. nasıl da kaçmak geçiyordu içimizden. sadece gitmek ve geride bırakmak istiyorduk.*”



..
az önce son vapura değil ama ondan bir kaç vapur öncekine bindim. öncesi yahut sonrası çok farketmiyordu. biz önde, martılar peşimizde bu yorgun ve yılgın, beton kaplı koca şehire dönmekten başka seçeneğimiz yoktu. yahut vardı da biz bilmiyorduk. ya da ve doğrusu cesaret edemiyorduk. ama işte hayat tam da arkamızdaydı. denizin ortasındaydı. ve sanki o da gitmemizi istemeyen hüzünlü bir sevgili misali öylece durmuş bize bakıyordu.


.

* bazen bahar - melisa kesmez