sabah, ne halt yemeye geldiğimi bilmediğim yarım günlük işimde karizmatik sesli abinin hava durumu sunumunu dinliyorum çok önemliymiş gibi. bir yandan da küçük plazamızın kocaman penceresinden dışarıyı gözlüyorum. bir umut. belki kuşlar gelir yine diye. ya da ve belkide tüm mümkünlerin ötesinde başka bir mucize bekliyorum. bu sıkışmışlığı çözecek. ama işte bir türlü anlamıyorum. radyodaki sanatçı ne diyor? hayat bana ne demek istiyor? niye mavide değil de kırmızıda duruyoruz?
oysa ve misal tek isteğim; yukarıdaki nehir gibi sakin, gösterişsiz ve huzurla akmak.
veyahut da şairin dediği gibi;
sen gelsen, bana sarılsan
üstüm başım aşk koksa*
..
ve şimdi.
...
20 kişilik minibüse elli kişi dolmuş anneme doğru gidiyoruz. minibüstekilerin bundan haberi yok tabi. bir ben biliyorum. nicedir görmedim onu. dolayısı ile sitemlerini savuşturmak için egzersiz yapıyorum. lakin hiç rahat değilim. arka dörtlünün ortasında sıkışmışım. içeride mahmutpaşa kalabalığından daha yoğunuz. o derece. tabi şimdi ne mahmutpaşa ne nuru osmaniye kapısı. hepsi birer buruk anı. ama hayat devam ediyor. iki bin on sekiz türkiye’sinde büyükşehir ile ilçe belediyesi arasında piç olmuş bir beldenin bakımsız yollarından hoplaya zıplaya, yata kalka gidiyoruz. buna da şükür diyorum nasreddin hoca’ya rahmet okuyarak. cevizle balkabağı ağacı arası bir aralıkta. buna da şükür. ve fakat sonra ani bir fren. kafamı ön koltuğa çarpıyorum. bağırışmalar, şoförle tartışmalar. ben takılmıyorum. sıcaktan mı yoksa kulağımdaki müzikten mi bilmem sahne değişiyor. bir nuri bilge ceylan filmi canlanıyor gözümün önünde..
...
gecenin siyahında tangur tungur ilerleyen mavi bir hat minibüsü. kadıköy’den küçük çamlıca’ya ilerliyor. en arka dörtlüde minibüsle ahenkli bir biçimde bir sağa bir sola giden üç insan silüeti. bir adam. bir kadın. ve bir çocuk. başka yolcu yok gibi. şoförün yanında ara sıra lafladığı ama yolcu mu arkadaşı mı olduğu belli olmayan beyaz sakallı bir adam. bir de ortalarda karanlık pencereden dışarıyı izleyen genç bir adam.
.
babam. annem. ve ben.
bir düğünden dönüyoruz. ama kimin belli değil. belli olan tek şey üzerimdeki takım elbise. çünkü şahane pazar’ın süheyl uygur’undan farkım yok o pazar. turuncuya çalan kiremit rengi bir gömlek. mavi, yeşil ve turuncu renklerden mütevellit çiçekli bir gravat. hepsinin üstünde yeşil bir ceket. ben seçmiş olamam bu takımı. suçu yanımda oturan babama atıyorum. ama o çok kızgın bu akşam. niye bilmem? ama yok biliyorum! kıçının yarısı solundaki kapıya, yüzünün yarısı bize dönük biçimde tespihle birlikte direksiyon sallayan şoföre sinirli. annem çünkü müzmin hasta. ve neredeyse dakikada bir bizim çoktan alıştığımız hıçkırıkla çığlık arası çıkardığı seslere şoför hiç alışık değil. bir iki üç derken annemin dördüncü ünlemesinde “noluya ya birader” diye tespihli eli havada bir şekilde ayar verdi bize şoför bey. yılların sakini babam kükredi birden. “mide rahatsızlığı var kardeşim işine bak sen” dedi. şoför sustu. dikiz aynasından bizi kontrol etmeye devam etti ama. babamı hiç böyle sinirli görmemiştim. öyle ki kömür karası gözlerinden ateşler çıkıyordu. şoför ha dese şoförü de minibüsü de devirecek kudrette gördüm onu o akşam. garibim annem tatsızlık olmasın diye ünlemesini bir dakikadan üç dakikaya çıkardı. ben on beş yaş olgunluğumla babamı sakinleştirmeye çalıştım. lakin babamın gözündeki ateş minibüsten ininceye kadar sönmedi.
şimdi işte; aynı gözlerle ben bakıyorum dünyaya. bayramlık ağzımı ha açtım ha açağım. iki aydır uğraştığım bir satış işi nedeniyle az müşkül durumda olduğumu gören sırtlanların saldırısına, yalancı düzenbazların istilasına uğramış durumdayım. orhan gencebay’ın ‘batsın bu dünya’ kıvamındayım. çünkü ve az önce onlardan birinin mesajını okudum. gözlerimden ateş değil etna’nın lavları çıktı sinirden. ne de olsa babamın oğluyum. ve haklıyım da. ama ve lakin sevgili maykıl’ın da dediği gibi haklı olmak mutlu etmiyor hiç bir vakit.
bu yüzden ya sabır dedim. çareyi yazmakta buldum. tam kalemimim ucunu yontuyordum ki bizim şoför radyoyu açtı. sabahki karizmatik abinin sesini duydum yine.
londra yağmurlu 14
paris bulutlu 22
ve johannesburg güneşli 30.
hayat diyorum bazen rastlantılara inanmaktır...
.
* ilhan berk