.
müzik açıldı. kahve geldi. kuşlar gelmedi. plaza camını döven sibirya rüzgarının sırtına binip orta bir kışına gittim ben de.
.
o zamanlar istanbul’a çok kar yağardı. şimdiki gibi pas geçmezdi. kimileri baba işi otantik kızaklarla, kimileri plastik leğen olmadı büyük naylon torbalarla ilk bulduğu rampadan özgürlüğe kayardı bir yıldız gibi. eşfak abi gibi abartıp ahşap merdivenle kayanlar da yok değildi hani. doğrusu ve en keyiflisi de semt dolmuşuna dönen bu merdivenle kaymaktı.
işte böyle soğuk ve karlı bir şubat sabahı, yüksek giriş balkonumuzda donmak üzere olan bir kuş, büyükçe bir kuş bulmuş annem. güvercin değil, karga da değil. kahverengi bir kuş. kumru. üşümüş. uçamıyor. anneme dedim; “n’olur bizim olsun. eve alalım.” sanki muhabbet kuşu. fakiriz tabi o zamanlar. papağanımız yok! muhabbet kuşumuz da. kanatlı cinsinden günlük yumurta ihtiyacımızı gideren iki kara tavuk var aşağı kümeste.
neyse aldık kumruyu içeri. ısıttık. yedirdik. içirdik. sevdik. sevildik. ben adeta uçarak okula gittim. hafız’la fiko’ya havamı da attım tabi. “evde kocaman bir kuşumuz var artık bizim de” dedim. inanmadılar önce. hassktir çektiler.
detayları anlatınca biraz ikna oldular. “bursa mı, mardin mi, paçalı mı, takla atıyor mu?” diye sorular sormaya başladılar. kumru olduğunu söylemeyince güvercin sandı garipler. ben de bozuntuya vermedim. fazla detaya girmeden kuşu nasıl bulduğumuzu anlattım. baktım akşam balkonda nöbet tutuyor bu iki kafadar. belki bizim balkona da gelir diye. oysa bizimkini çoktan salmıştı annem. “yeter bu kadar misafirliği. hem onun da çocukları vardır. merak ederler” diye de teselli etti. üzülmüştüm. ama gitmesi gerekti kabullendim.
.
şimdi penceremde bu kuşun uzak akrabalarının gelmesini bekliyorum. dışarıda şubat soğuğu. akılda vida’nın f.bahçe ağlarını sarsan kafası. fonda hüzünlü bir kış şarkısı.
.