19. mektup - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

19. mektup

kendimle dalga geçersem, hayatla başedebileceğimi düşündüm hep oysa ki .
alt edemesem bile en azından eğlenceli bir hayatım olurdu. 
olmadı.
şimdi, bu soğuk ve haddinden fazla gri cumartesi gününde yapabileceğim en iyi şeyi yapıyorum sevgilim.
yazıyorum.
halbuki yapmak istediğim öyle çok şey var ki..
eski apartmanların, sokakların fotoğraflarını çekmek mesela, adım adım. yahut tuzla’dan kadıköy’e tüm sahilin deniz ve yosun kokulu rüzgârını ciğerlerime doldurup yürümek, uygun adım. ya da ve mesela; tarihi yarımadanın buram buram tarih kokan sokaklarında kaybolmak, karış karış.
lakin değil adım atacak kolumu kımıldatacak ne halim ne de isteğim var.
şimdi işte; hastalık hastası rolünde ayaklarımı soğuk duvara uzatmış ispanyolca sözlü hafif müziklere, manuş baba karıştırıp dinliyorum. doğrusu güneşi ve balkonda umarsızca oturmayı özledim. eski mahallemi ve balkonumu da özledim. seni de özledim elbet. soluksuz sohbetlerimizi sonra. ama en çok anlamlı suskunluklarımızı.
yine karışık rüyalar görüyorum. kazablanca ile marakeş arası. seni de görüyorum. bu sabah mesela. tamam, yüzünü görmedim. ama sendin işte biliyorum! dar yollardan geçiyorum. arnavut kaldırımlı, bir ucu hep atlas okyanusu'na açılan sokaklarda yürüyorum. çünkü sokağın başındasın. rüzgarda uçuşan saçların denize, ellerin bana uzanmış vaziyette uyanıyorum her seferinde..
.
havadan bahsediyordum. çünkü ve zira; hep böyle havalarda en olmadık anılarım depreşir. dönülmez hüzünlerin içinde debelenir dururum. debelenir durur..
oysa ve her zaman ben de isterim. neşeli cümleler kurayım. iki yakası bir araya gelmeyen ama mutluluktan galeyana gelmiş hikayeler anlatayım. bunu en iyi sen biliyorsun sevgilim. lakin olmuyor, olamıyor.
hatırla lütfen! ne diyordu ekmel bey, suzan defter’de?*
“hamurunda aşk varsa insanın bulması uzun sürmezmiş. aşk çünkü genetiktir, kuşaklar boyunca sürer.” 
hüzün de böyle işte.
doğumdan ölüme. eylülden hazirana. yağmurdan doluya. doğudan batıya. mayasında hüzün varsa bir insanın kurtulması zordur. oysa bu kadar hüzne bulaşmayı ben istemedim.
nasıl anlatsam?
hani olur ya! -eminim sana da olmuştur.- iki ben'i vardır ya içinde insanın. bir iyi, bir kötü. neşeli ya da hüzünlü öteki. benim de işte biri ağustos böceği kıvamında yaz kış saz çalıp oynayan ötekisi atom karınca misali yemeyip içmeyip olanı biteni ve hatta olacağı düşünen, durduk yere efkarlanan ve endişelenen iki ben var içimde. ama ve lakin ne zaman yazmaya otursam bu ikincisi çıkıyor karşıma hüzünlerden hüzün seçiyor, sarıyor sarmalıyor tüm hücrelerimi efkâra boyuyor.

demem o ki sevgilim;  yüreğimin çalar saatinde hüzün; daha uzun ve daha çok yol kateden bir yelkovan, neşeli anlarım ise; daha kısa ve daha az yorulanı akrep gibi.
şimdi mesela, içerisi çok sıcak. yok hayır çok soğuk. yeleğimi bir çıkarıyorum. bir giyiyorum. bütün tezatların kıyısındayım adeta.
yüreğim kalk gidelim, yürüyelim dur duraksız diyor. bedenim otur oturduğun yerde. ellerim durmadan yazmak istiyor. gözlerim kapanana dek okumak. kulaklarım misal; olmaya devlet cihanda bir notacık ses gibi diyor. lakin ruhum, şems-i tebrizi'ye yanaşıyor usulca. 'sessizlik en güzel sestir, duyabilen için' diye haykırıyor.

son tahlilde sevgilim, bu soluk cumartesi günümü hayalinle renklendirmeye çalışıyorum. ve sonbahar filminin içime oturan o sahnesine biat ediyorum.
n'apalım? hayattan bizim payımızı da bu düştü...

ha unutmadan ;

dönersen ıslık çal
.
* ayfer tunç - suzan defter