“kahvede mi yok” dedim bizim tembel esnafa.
“türk kahvesi var beyim” dedi.
“ne duruyorsun o vakit bir az şekerli” dedim.
babamdan miras girişkenlikle “bahariye’nin tek ve en güzel güneş alan yerindesin çayım yok diyorsun” diye muhabbete daldım. hayır, gönlüm ne kahve, ne de muhabbet istiyordu. sadece güneş. ilelebet güneş. daha önce söylemiştim. şimdi burada tekrar etmekte beis görmüyorum. üstad affetsin ama mutluluğun kahvaltıyla değil güneşle hem doğrudan hem dolaylı ama mutlak bir ilişkisi var.
tam o sırada dışarıdan bir ses abi dedi.
abi diye tekrarladı. kafamı kaldırdım. bizim tembel esnaf.
çayım taze. ister misin?
uyku sersemliğine benzer bir şaşkınlıkla bir esnafa, bir bulutların arasına saklanan güneşe, bir de efsunlu kadının gittiği yöne baktım. sessizce başımı iki yana salladım. aceleyle masanın üzerine bir miktar para bırakarak hayalimin peşinden koşmaya başladım.
.
babamdan miras girişkenlikle “bahariye’nin tek ve en güzel güneş alan yerindesin çayım yok diyorsun” diye muhabbete daldım. hayır, gönlüm ne kahve, ne de muhabbet istiyordu. sadece güneş. ilelebet güneş. daha önce söylemiştim. şimdi burada tekrar etmekte beis görmüyorum. üstad affetsin ama mutluluğun kahvaltıyla değil güneşle hem doğrudan hem dolaylı ama mutlak bir ilişkisi var.
şimdi işte sarı bir tramvay geçerken önümden güneşe doğru acemice bir sigara yaktım. acemice çünkü bu, yüz elli iki gün sonra ilk sigaram. bundan sonrasını ne zaman yakarım bilmem. çok sevdiğim için değil. bana güzel anılarımı hatırlattığı için içiyorum. bazen de bu muhteşem güneşin hatırına. ve çayın. ve kelimelerin. ve tabi ki müziğin.
esnafa döndüm.
“esnafın çayı olmaz mı hiç? böyle böyle kaçırıyorsun müşterileri” dedim.
güldü. abi dedi (benden en az üç yaş büyük olduğu halde) tazelemem gerekti o yüzden çay yok dedim.
“esnafın çayı olmaz mı hiç? böyle böyle kaçırıyorsun müşterileri” dedim.
güldü. abi dedi (benden en az üç yaş büyük olduğu halde) tazelemem gerekti o yüzden çay yok dedim.
ısrar ettim.
“yedek demlik bulunduracaksın” dedim.
ses etmedi. nazikçe güldü yine.
ben bu olanları yazarken kahvemi getirdi. afiyet olsun deyip yanımdan ayrıldığı vakit bir fırtına koptu! ayak seslerinin moda’dan duyulduğuna dair bahse gireceğim çok hoş kokulu, kırmızı montlu kumral bir kadın geçti yanımdan. dikkatim dağıldı. ama ne dağılmak! sigarayı, yazmayı, kahveyi hatta dünyayı bıraktım. o andan itibaren dünyam bu gizemli kadın olmuştu. ne yazık ki yüzünü göremedim. hayal etmek zorunda kaldım. ki bu daha çok hoşuma gitti.
bir yetmiş boylarındaydı. atletik bir yapısı vardı. sporcu olabilirdi. en azından lise yahut üniversitede mutlaka sporla ilgilenmiş olmalıydı. köşeyi dönüp gözden kaybolana dek hakkındaki fiziksel ve ruhsal tüm tahlil ve tahminlerimi tamamlamıştım. misal sağ yanağında doğuştan kalma -ki o’na ayrı bir hava katan- küçük bir ben vardı. belli belirsiz bir iki de gamzesi. yine doğuştan olduğunu tahmin ettiğim, her kadının sahip olmak isteyeceği türden, hokka gibi diye tabir edilen çok güzel bir burna sahipti. yeşil gözleri, biraz kederli ama hâlâ aşka olan inancını yitirmemiş şekilde ümitvar bakıyordu. kumral saçları ne uzun, ne de kısa denilebilecek boyda, ensesinin biraz aşağısında omzunun az üstündeydi. ama ve sanki üzüntüden saçlarını kestiren tüm kadınlar gibi onunki de yeni kısaltılmış gibiydi. topuk seslerini tüm kadıköy’e hatta dünyaya duyurmasının nedeni de bu kederli hali olabilirdi. o köşeyi döndüğünde sigaram kendi kendisini tüketmiş, güneş bulutların arasına girmiş ve kahvem soğumuştu. ama bu yolculuğa değerdi. bir yandan da düşünüyordum. oturduğumdan beri onlarca güzel kadın gelip geçmişti önümden. hatta bir kaçı ile göz göze gelmiş. karşılıklı gülümsediğimiz biri bile olmuştu. lakin bu kadındaki efsun hiç birinde yoktu. eskiden olsa amerikan filmlerindeki sahnelere özenti bir hareketle masaya bir miktar para bırakıp tıpkı bay c. gibi peşinden giderdim. ama bu kez sadece bu büyülü kadının hayalini kovaladım. yosun yeşili gözleri, gamzeli gülüşleri, kestane rengi saçları, kendinden emin, o asil yürüyüşüyle bitmesini istemediğim, tekrar tekrar okuduğum bir kitap gibiydi. ya o baş döndüren kokusuna ne demeliydi? zaten kadıköy'ü teyakkuza geçiren ayak sesleri ve o öz güvenli yürüyüşünden ziyade dünyamı ters çeviren o kokuya teslim olmuştum ilk önce. sanki görünmez bir trenin içinde seyahat ediyordum. içinde bulunduğum bu tren daha önce hiç görmediğim engin denizlerden, devasa köprülerden ve yemyeşil ovalardan olanca hızıyla geçiyor bu bende sevinçle karışık manasız bir hüzün oluşturuyordu. kulağımda daha önce hiç dinlemediğim bir müzik eşliğinde ruhum adeta bir alçalıp bir yükseliyordu.
“yedek demlik bulunduracaksın” dedim.
ses etmedi. nazikçe güldü yine.
ben bu olanları yazarken kahvemi getirdi. afiyet olsun deyip yanımdan ayrıldığı vakit bir fırtına koptu! ayak seslerinin moda’dan duyulduğuna dair bahse gireceğim çok hoş kokulu, kırmızı montlu kumral bir kadın geçti yanımdan. dikkatim dağıldı. ama ne dağılmak! sigarayı, yazmayı, kahveyi hatta dünyayı bıraktım. o andan itibaren dünyam bu gizemli kadın olmuştu. ne yazık ki yüzünü göremedim. hayal etmek zorunda kaldım. ki bu daha çok hoşuma gitti.
bir yetmiş boylarındaydı. atletik bir yapısı vardı. sporcu olabilirdi. en azından lise yahut üniversitede mutlaka sporla ilgilenmiş olmalıydı. köşeyi dönüp gözden kaybolana dek hakkındaki fiziksel ve ruhsal tüm tahlil ve tahminlerimi tamamlamıştım. misal sağ yanağında doğuştan kalma -ki o’na ayrı bir hava katan- küçük bir ben vardı. belli belirsiz bir iki de gamzesi. yine doğuştan olduğunu tahmin ettiğim, her kadının sahip olmak isteyeceği türden, hokka gibi diye tabir edilen çok güzel bir burna sahipti. yeşil gözleri, biraz kederli ama hâlâ aşka olan inancını yitirmemiş şekilde ümitvar bakıyordu. kumral saçları ne uzun, ne de kısa denilebilecek boyda, ensesinin biraz aşağısında omzunun az üstündeydi. ama ve sanki üzüntüden saçlarını kestiren tüm kadınlar gibi onunki de yeni kısaltılmış gibiydi. topuk seslerini tüm kadıköy’e hatta dünyaya duyurmasının nedeni de bu kederli hali olabilirdi. o köşeyi döndüğünde sigaram kendi kendisini tüketmiş, güneş bulutların arasına girmiş ve kahvem soğumuştu. ama bu yolculuğa değerdi. bir yandan da düşünüyordum. oturduğumdan beri onlarca güzel kadın gelip geçmişti önümden. hatta bir kaçı ile göz göze gelmiş. karşılıklı gülümsediğimiz biri bile olmuştu. lakin bu kadındaki efsun hiç birinde yoktu. eskiden olsa amerikan filmlerindeki sahnelere özenti bir hareketle masaya bir miktar para bırakıp tıpkı bay c. gibi peşinden giderdim. ama bu kez sadece bu büyülü kadının hayalini kovaladım. yosun yeşili gözleri, gamzeli gülüşleri, kestane rengi saçları, kendinden emin, o asil yürüyüşüyle bitmesini istemediğim, tekrar tekrar okuduğum bir kitap gibiydi. ya o baş döndüren kokusuna ne demeliydi? zaten kadıköy'ü teyakkuza geçiren ayak sesleri ve o öz güvenli yürüyüşünden ziyade dünyamı ters çeviren o kokuya teslim olmuştum ilk önce. sanki görünmez bir trenin içinde seyahat ediyordum. içinde bulunduğum bu tren daha önce hiç görmediğim engin denizlerden, devasa köprülerden ve yemyeşil ovalardan olanca hızıyla geçiyor bu bende sevinçle karışık manasız bir hüzün oluşturuyordu. kulağımda daha önce hiç dinlemediğim bir müzik eşliğinde ruhum adeta bir alçalıp bir yükseliyordu.
tam o sırada dışarıdan bir ses abi dedi.
abi diye tekrarladı. kafamı kaldırdım. bizim tembel esnaf.
çayım taze. ister misin?
uyku sersemliğine benzer bir şaşkınlıkla bir esnafa, bir bulutların arasına saklanan güneşe, bir de efsunlu kadının gittiği yöne baktım. sessizce başımı iki yana salladım. aceleyle masanın üzerine bir miktar para bırakarak hayalimin peşinden koşmaya başladım.
.