beş vakit - 6 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 6

sabah:
iki adım farkla sekizli vagonu kaçırdım. üzüldüm. ama belli etmedim. hem bir süre sonra o geldi bir mucize gibi. metroda mecbur kalmadıkça sekizli vagondan başkasına binmiyorum. kalabalıktan haz etmiyorum çünkü. beş dk sonra dörtlü, on dakika sonra ikinci sekizli gelecekti. arkalığı olmayan üçlü bekleme bankına oturup beklemeye başladım. sonra işte o geldi. tüm dertlerimi unuttum. ne sekizli kalmıştı aklımda ne de yetişecek işler ne hayat pahalılığı ne de insan müsveddelerinin ibnelikleri. çünkü kendinden önce tüm istasyonu tok sesiyle doyuran adımlarını işittik evvela. istisnasız tüm istasyon sakinleri sesin geldiği yöne, sol omzumuzdan yana çevirdik başlarımızı. diz kapaklarının üstünde biten turkuaz elbisesi, kusursuz bacakları, kısa kumral saçları, siyah kemik gözlükleri, yalın makyajı ve hepsinden önemlisi o özgüvenli yürüyüşü beni benden aldı. diğerlerini de almıştır eminim. ama en çok benim aldı. çünkü oturduğum üçlü oturma grubunun önüne geldiğinde ne yapacağımı şaşırdım. devlet erkanına yalakalıkta kusur etmeyen alt tabaka, üst düzey yöneticileri aratmayacak şaklabanlıkla, yanımda bir kişilik boş yer varken kalkıp yer verdim.  çantamda olsa bir de plaket verirdim. ama yoktu. "buyrun oturun isterseniz" dedim. gülümsedi. başıyla teşekkür etti. ortadaki boşluğu işaret etti eliyle. "yok sıkıştırmayayım sizi" dedim. yine gülümsedi. çok güzel güldüğünü söylemiş miydim? ama konuşmaktan imtina ediyordu nedense. zaten bir kaç dakika sonra dörtlü vagon geldi. hareket etmedim. o yorkshire düşesi gibi yavaşça yerinden kalktı. aynı düşeslikte kısa ve zarif adımlarla trene yürürken birden geri döndü ve "tanımadın beni di mi" dedi gülerek. trenden içeriye girip  kapı kapama sinyali duyulduktan sonra geldi aklım başıma. "343 melahat'ti lan bu.."..
 

öğle: 
ofise vardığımda onikiye çok az vardı. üç defa zile basmama rağmen kimse otomata basmadı. önce biraz telaşlandım. sonra elektriğin kesilmiş olabileceği aklıma geldi. ortalık sıcaktan kaynıyordu. sabah 10:00 da dolmuşun termometresi 32,4 gösteriyordu. benim hissettiğim ise 42,4 tü. binanın çıkma balkonunu güneşle arama siper edip aradım çocukları. haklıymışım. "abi 186'ya sorduk saat 16:00 ya kadar gelmeyecekmiş elektrik" dediler. bu sıcakta altı kat çıkıp klimasız ortamda çalışmak işime gelmedi. anneme gitmeye karar verdim...  aradım. "bir şeyler lazım mı sana geliyorum" dedim. " yine mi işten çıktın oğluummm" dedi.  "yok anne, elektrikler kesik akşama kadar yokmuş dedim.  "ha iyi gel o zaman" dedi....
..
peyniri sadece sade sevdiğimi bilir. bu yüzden kendine peynirli, bana patatesli gözleme yapmış. yanında da buz gibi ayran. beş dakikada beş gözleme iki kupa ayranı mideye indirdim. ağırlık çöktü. uyuyamayacağımı bile bile mehmet açar'ın çok uzaklarda bir yaz'ını yanıma aldım. telefonumdaki 243 şarkıyı karışık modda çalsın diye ayarladım. içeriye seslendim; "valide sultan bi'çay demlesen de biraz sonra içssek" dedim.  "cereyanda yatma" dedi önce. sonra mutfaktaki çanak çömlek sesinden çayı demlediğini anladım. 

ikindi: 
aradan ne kadar vakit geçti bilmiyorum. kitabın kırkaltıncı sayfasını okurken, ahmet kaya mahur beste'yi seslendirirken bir kaç saniyeliğine dünyadan uzaklaştığımı hissettim. belki on saniye, belki bir dakika. hatta ve belki daha fazla. bilemiyorum. kendime geldiğimde kitap yerde, telefon sol kolumun altındaydı. başım yastıktan düşmüştü. biraz da boynum tutulmuştu.
kalktım. elimi yüzümü yıkadım. annem yoktu. saate baktım üçü kırksekiz geçiyordu. nerden baksan yarım saatten fazla uyumuştum. çay geldi aklıma. mutfağa gittim. altındaki su kaynamış, mutfağı demli çay kokusu sarmıştı. çayın yanına biraz karışık kuruyemiş koydum. telefonu ve kitabımı alıp her daim esen L biçimindeki bahçemize çıktım. arka tarafta gölgede oturuyordu annem. beni görmeden, demir kapının sesinden hareketle  "ocağı söndürdün mü" diye sordu. evet dedim hala uyku sersemi.
müziği açıp kitaba devam ettim. bir süre sonra yan taraftan sessizce geldi annem. hiç bir şey demeden, küçük bir çocuk gibi  kuruyemiş tabağına daldırdı elini. yine bir şey demeden uzaklaştı. tam köşeyi dönerken bir kez daha sordu; "ocağı söndürdün mü? " normalde kızardım. ama birincisi annemdi. ikincisi hava gerçekten bunaltıcıydı. "söndürdüm anne. vanasını da kapadım doğalgazın" dedim. hayır, dalga geçmiyordum. aygazın bir tanesi gaz kaçırıyordu. çözümü ocakla işi bitince vanayı kapatarak bulmuştu annem. geçen kış bana da öğretmişti...

akşamalpay'ın bir şarkısı var en çok onu dinlediğim zaman istiyorum sigarayı. zihnimde tütüyor meret. ama işte öyle bir istek. ki çok kuvvetli. lakin nasıl bir duygu yahut manyaklıksa sadece bu anı seviyorum işte ben. yazarın sevilebilme ihtimalini sevdiği gibi, bu histerik halimi seviyorum ben de. n'yapayım? sanki içersem bi tadı kalmayacak gibi, yıllarca peşinden koşulan aşka kavuştuktan sonra o sihrin, o büyünün bozulması gibi bozulacağını düşünüyorum sanki. içmiyorum. içmiyordum pek. ama bu akşam nasıl canım çekti anlatamam. dahası içerdeki çantamın gizli bölmesinde kışın aldığım yarım paket duruyor. ama annem. ama annem.... yan tarafta oturuyor. elimde sigara görürse beni. vay halime!!!. önce kürekle kovalar, sonra evlatlıktan reddeder mazallah. çünkü söz verdim sigaranın rahmetliyi öldürdüğü gün o'na. içmeyecektim. en azından yakalanmayacaktım. o yüzden üç aydan üç aya, geçici vergi dönemlerinde içiyorum bir iki tane. bir de işte denize nazır güzel bir muhabbet, yanında da demli çay bulursam, kırk yılda bir. hepsi o.

yatsı : 
annemle milli maç izliyoruz. "kırmızılar mı türkiye" diye soruyor volkan şen ilk golünü kaçırırken. "evet" diyorum heyecanla. "ötekiler kim" diye soruyor sonra. "letonya" diyorum. bu kez gökhan töre çok kötü vuruyor kalecinin üstüne üstüne. "prag ve amsterdam'dan gelen haberler bizim için iyi" diyor spiker. volkan şen bir gol daha kaçırıyor. annem "beşiktaş yok mu"  diye soruyor ilk yarı bitmek, burak yılmaz ceza sahasına girmek üzereyken. "yok anne sonra" diyorum ne dediğimi bilmeden. ikinci yarıya annem çıkmıyor. yan  komşu mücella teyze çay içmeye çağırıyor çünkü. "git anne git" diyerek tam saha pres uyguluyorum anneme. golsüzlüğü o'na bağlıyorum zira. biraz da maçı izlediğim koltuğa. ikinci yarıyı diğer koltukta izlemeye başlıyorum. yine olmuyor. gol bir türlü gelmiyor. üçüncü koltuğa geçerken burak çok kötü vuruyor. annem "çay içer misin" diye bağırıyor bahçeden. hakan balta çizgiden top çıkarıyor. "gelme anne gelme" diyorum hayır içmem diyeceğime. annem anlamıyor ne dediğimi, içeriye geliyor, selçuk vuruyor. gooollllll. anneme sarılıyorum. "çay içmeyecek misin" diyor.  "içmem mi" diyorum. annem dışarıya gidiyor. on dakika sonra şabala diye bir adam okkalı bir şamar atıyor. 1-1. prag ve amsterdam iyi ama konya sağanak yağışlı. gözyaşlarımız içtiğimiz çaya karışıyor. sonra kana. sonra sonra hüznümüze... doksan artı dörtte frikik kazanıyoruz. annemi çağırıyorum uğur olsun diye. çalhanoğlu annemi beklemeden vuruyor, baraja çarpan top kornere gidiyor. korner sonuç vermiyor, annem gelmiyor. isveçli maçı bitiriyor, euro2016 büyük olasılık hayal oluyor. o vakit diyorum; imparator tez istifa etsin!
.