başkanım - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

başkanım

kafamdaki müziğin başlamasıyla birlikte elimdeki işi bırakmış, kaybettiğim bir şeyi arar gibi raftaki kitaplara bakıyordum bana seslendiğinde. 
rubenis marka vantilatörün oluşturduğu hava akımı, şehri ortadan ikiye ayıran bir nehir gibi bizi de ayırmıştı. sağımda oturuyordu. altı aydır (sadece pazartesi ve cumaları) birlikte çalışıyor olsak da fasılalarla tam on sekiz yıllık bir geçmişimiz vardı. detaycı, titiz, amiyane tabirle işinde "kılın önde gideniydi". ama işin hakkını da verirdi yalan yok şimdi. ben zorluklar karşısında bulduğum ilk sapaktan doludizgin kaçarken o ısrarla sorunun köküne inerdi. en mükemmeliyetçi dokunuşlarla hallederdi işi. sabahtan beri yine öyle bir iş tutturmuştu kendine. sessiz ve derinden çalışıyordu. ben daha bir saat bile dolmadan biraz elimdeki işten biraz sıcaktan sıkılmış, ilk defa görüyormuş gibi odadaki eşyaları, boya-badanayı, kapı-pencereyi inceliyordum. çok sıcaktı. tüm zamanların en sıcak yazı olmalıydı. klima sipariş ettik. "iki gün sonra gelip takarız" deyince "ohaaa" falan dedik. size yakışıyor mu dediler. ne bilelim, lahmacun gibi hemen gelecek sanıyorduk. her gün klima sipariş etmiyorduk sonuçta. hayatımızda ilk defa klima siparişi vermiştik. daha iki kocaman ve sıcak gün vardı. bu boşlukta vantilatör delice ve durmaksızın dönüyor, delirtici uğultusu bir süre sonra bende metallica etkisi yapıyordu. nitekim çok geçmeden turn the page şarkısı vantilatörden fena dönmeye başladı kafamda. kafam ise kitaplığın en alt katında, kaderine terkedilmiş kedi yavrusu gibi bana bakan turuncu kitaba takılmıştı. daha doğrusu ve sanırım on dakikadır bir muhasebecide olma ihtimali en düşük olan kitaba, çekim yasası'na odaklanmıştım. o 'nun sesiyle irkildim;
- başkanım dedi istersen biraz sana çevireyim pervaneyi çok bunaldıysan
- yok böyle iyi dedim. böyle iyi gözümü kitaptan ayırmadan
- hayırdır başkan sen de bir hal var bugün dedi 
- yok dedim bu sefer yüzümü o'na çevirip gözlerinin içine bakarak "yok bir şey"
- var başkan, var var var diyerek o kadar çok ünledi ki bir ara vardar ovası'nı söyleyecek sandım. gönlü gibi sesi de güzel arkadaşım. 
söylemedi. sadece;
-başkan? dedi ağzına kadar soru işareti dolu bir ses tonuyla.
-valla yok dedim. 
devam ettim biraz sinirli; "hem başkan başkan  diye ünleyip durma millet bir şey sanacak" dedim.
bir şey demedi.
..
sınıf başkanı bile olmamışken daha yıllardır başkanım aşağı, başkanım yukarı. süpermarket etiketi gibi üzerime yapıştı bu müstear. yıllar önce çünkü; bir beldeden bağımsız belediye  başkan adayı olan ortak bir arkadaşımız vardı. aslında daha çok benim arkadaşımdı. o dönemler, başkanım şöyle, başkanım böyle diye geyik yaparken geyiğin boynuzları sezon finalinde bana saplandı. arkadaşım o sene başkan seçilemedi. allah'ın hakkı üçtür deyip ondan sonra girdiği iki dönemde de seçilemedi. nihayetinde kimse beni anlamıyor diye ülkeyi terketti. lakabı bana miras kaldı. allah kendisine uzun ömür versin. o gün bugündür rıfat, metin ve turgay. ne zaman hal hatır sorsak birbirimize "başkanım nasılsın" , "başkanım bir arzun var mı " diyoruz. tabi en çok onlar bana soruyor.
ama işte kim kaybetmiş de biz bulalım başkanlığı. dedim ya bırakın sınıf başkanlığını bir kızılay kolu başkanlığı olsun yahut bir yeşilay kolu başkanlığı ya da ne bileyim en kötü temizlik kolu başkanlığı olurdu değil mi? olmadı.
on iki eylül olmuş muydu o vakit tam emin değilim. ama hizipleşmeler o zamanlar da vardı ve  daha ana okulları ithal edilmediği için ya da semtimiz çok fakir olduğu için ilkokul seviyesindeydi bu tip ayrımcılıklar. hak eden değil, dayısı olan başkan oluyordu. bunun en büyük kanıtı sümüklü şevketin temizlik kolu başkanı, uhucu birol'un (herif ilkokul ikide uhu çekmeye, ortaokulda baliye başladı) yeşilay kolu başkanı, geçimsiz aysel'in kızılay kolu başkanı olmasıydı. çünkü hepsinin velisinin okula bir takım ayni yardımlar yaptığı biliniyordu. bir tek sınıf başkanı hakkıyla seçildi. özlem. çünkü en başta benim sevdamdı. çalışkandı. güzeldi. akıllıydı.  aslında ve neredeyse tüm sınıfın gözdesiydi. erkeklerimiz çok aşıktı. kızlarımız hasete bulanmış yancısıydı sevdamın. o da beni seviyordu biliyordum. sadece dönemin getirdiği zorluklar nedeniyle birbirimize açılamıyorduk. yine de bir gün -ki ilkokul dörde tekabül ediyor- cesaretimi toplayıp ;
 "eve birlikte yürüyelim mi?" dedim. "bilmem" dedi. kadınları anlamak her zaman zordu. bunun evet olduğunu o gün anlamadım. "tamam" dedim yoluma gittim. ama yılmadım. ertesi gün yine sordum. o yine "bilmem" dedi. ben yine "tamam" dedim. üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz ve onuncu günler hep böyle geçti.  her seferinde  o "bilmem", ben "tamam" diyerek farklı yönlere beraber yürüdük on gün boyunca.  on birinci gün sınıf tahtasındaki ev ödevini deftere geçirmem biraz vakit alınca dışarı çıkmam da uzun sürdü. çıktığımda ise orada yalnız başına bekliyordu. beni görünce gülümsedi. yanına gittim. ben daha ağzımı açmadan;
-beraber yürüyelim mi dedi. 
-olur dedim. 
 aynı yöne farklı kaldırımlarda birlikte yürüdük bu sefer...
..
sıcak boğuyordu. vantilatör delice uğulduyordu. metallica'nın en sevdiğim şarkısı eşliğinde ilk aşkımı düşünüyordum bana seslendiğinde.
-başkan, kur farkı faturası kdvli mi olacak kdvsiz mi?
.
metallica - turn the page