bir anne ıslak
bir mendille -muhtemel- oğlunun kapkara
saçlarına şekil verirken, aniden dünya
kupası finalinde penaltı atacak
futbolcunun iki eli arasındaki topu öpmesi gibi öptü
o kocaman, kara kafayı. bir ambulans cumartesi sabahının sessizliğini
yırtarcasına, bağırarak ve adeta koşarak hayat kurtarmaya gitti iki adim önümüzden. bir
adam, hemen önümde top sakallı ve siyah gözlüklü, sanki son nefesiymiş gibi çok derin çekti sigarasının dumanını içine ve sonra benzer kadercilikte,
yavaşça çıkardı aynı dumanı ciğerlerinden. köşedeki büfenin önünden kısa boylu, tıknaz
apartman görevlimiz sağ kolunun altında
bir tomar hafta sonu gazetesi ve
ağzında yumruk gibi bir sakızla bana doğru yürüdü. muhtemel sabah sabah moralini
bozan yedi numaraya kızmış bir şekilde, burnundan soluyarak ama başıyla selamını
da esirgemeyerek yanımdan geçti, bankanın köşesinden dönerek gözden kayboldu. karşı şeritte doksan dokuz model, bordo renkli, toyota corolla marka otomobilin
asabi sürücüsü kendi şeridine tecavüz teşebbüsünde bulunan özel halk
otobüsünün şoförünü haşin ve sert bir kornayla uyardı. Ve ben bu korunaksız
otobüs durağında daha az üşüyeyim diye deri montumun fermuarını boğazıma kadar çektim. elimde olsa saçıma kadar çekerdim. Hatta elimde olsa bu şehirden
giderdim. zira hepimizin yüzünde
cumartesi çalışıyor olmaktan çok
bu kargaşada yaşamaya
çalışmanın verdiği bir mutsuzluk izi vardı. yaşamayı geçtim,
izlemek ve duymak bile yoruyordu artık beni. o yüzden başımı az önce bindiğim
otobüsün soğuk camına yaslayıp hemen gözlerimi kapattım.
…
gözlerim
kapalıydı ama uyumuyordum. başım soğuk
camdaydı ama üşümüyordum. sadece araba mı
otobüs mü ikileminde işe geç kalmıştım. sonra bir kadın oturdu yanıma . çantasını
da sağ bacağıma oturttu neredeyse. gayri ihtiyari önce irkildim, sonra silkindim. kadın olduğunu o zaman
anladım zaten. siyah tayta benzeyen bir şey vardı düzgün
bacaklarında. çantası siyah ve spordu. tırnakları kısa, elleri zarifti. kollarına doğru çıkan kürkümsü kabanı siyah ve
beyazdı. en sevdiğim renklerdi. yüzüne
gelince....orada durdum
işte. bakmadım. bakmak istemedim
daha doğrusu. hayal gücümle, hayal kırıklığı arasında tercih yaptım. bu
zoraki cumartesi sabahında hayal kırıklığını kaldıramayabilirdim çünkü.bu yüzden az
önce kaldırdığım soğuk cama yeniden yasladım başımı. gözümü kapadım. üşüdüğümü
hissettim. çünkü ne zaman soğuk bir otobüs camına yaslasam başımı, aklıma
hep babam gelir...
…
daha o zamanlar
304ler, V-8ler, maratonlar yoktu. hatta ve sanırım 302S otobüsler bile yoktu. 302
olacaktı bizi istanbul'dan karadeniz’e taşıyan otobüs. öyle olması gerekiyordu. çünkü
ne zaman başımı soğuk bir otobüs camına yaslasam gözümü alan
alacakaranlık bana o talihsiz geceyi hatırlatıyor hep. hiç unutuyorum. çay ve ihtiyaç molası vermiştik o gece. belki de yarım saat yemek
molasıydı. emin değilim. hiç unutamadığım dediğim aslında babamın parlement mavisi montuydu. tabi çocuktuk o zaman maviye mavi, yeşile yeşil derdik, öyle bilirdik. su yeşili gibi parlament mavisini de acımasızca ilerleyen zaman
öğretecekti bize. tıpkı buz mavisini öğrettiği gibi. o zamanki çocuk aklımın süzgecinde
masmavi mont ve bir de yolun karşısına toplaşan kalabalık var. biz niye
çay içmedik
yahut yemek yemedik. tuvalete de mi gitmedik ya da hepsini yaptıktan sonra dönüşte
mahallenin piçlerine "üç yüz iki ess olm bu boru değil "
diyerek ballandırarak
anlatacağım beyaz üzerine lacivert şeritlerin olduğu otobüsümüze binerken mi şahit
olduk bu elim kazaya? ya da ben niye
şahit oldum? babamın montunun
renginde bir pantolona sahip
geceden daha esmer bir adam yolun karşısında boylu
boyunca niye yatıyordu? ve benim
aklım yıllar geçmesine rağmen bunu hâlâ
niye tutuyordu yorgun çeperinde?
..
“otobüs çarpmış” dedi biri. öteki ; “tuvaletini yapmaya giderken olmuş” dedi. “gecenin
karanlığında ne işi vardı orada” diyenler oldu. “ölmüş mü” diye
soranlar ve yolun bu tarafında belli belirsiz konuşmaya devam edenler de oldu.
“ölmüş” dedi karşıdan koşarak bize doğru gelen
otobüsün muavini. “ölmüş ha” diye
tasdik etti yanımızdaki kalabalıktan en yaşlı olanı. “Allah taksiratını Affetsin” diye tamamladı sözlerini. hep bir ağızdan “amin” dedi kalabalık.
sonra işte...
sonrası yok....
mavi bir mont babamın ve yanında gözlerini ovuşturan ben. ailenin diğer fertleri nerede? yoksa İstanbul’a mı dönüyorduk. Beşiktaş
zihnimde yer etmiş miydi o
zamanlar. Ve tabi ki ilk aşkım, ilk
mektebim Özlem hayalime girmeye başlamış mıydı? bu flu hatıralardan başka net bir hiç bir şey
yok o gece ve efradına dair aklımda. film
şeridi gibi değildi hiç bir şey. çünkü
hayat gerçekti ve de anlık. ama işte mont
mavi ve yazlıktı. fakat mevsim güz de olabilirdi ilkbahar da. hafiften yağmur
çiseliyordu. üşümüştüm. Sarı parlak
ışıklara karışan kırmızı mat ışıklar çocuk zihnimi
yeterince bulandırıyordu. bir de muavinin geceden soğuk sesi.
-ölmüş.
şimdiki gibi al
benili , renkli, cümbüşlü seyahat
yastıkları ve battaniyeler yoktu o zaman. soğuk, buğulu ve sert cam, uykusu olan her
kişi için en kuş tüyünden daha hallice yastıktı
o zamanlar. ve uykum o vakitler de
ağırdı. Hele de yorgunsam ve çocuksam. kim
bilir kaçıncı kez "mithad" diye
seslenişinde uyanmıştım babamın. en az camdaki
yağmur damlaları kadar boncuk boncuk da terlemiştim. İki soru sorabildim o
sersemlik ve ıslaklıkta. doğrusu ikimizde ikişer soru hakkımızı kullanmış ve bitirmiştik.
-geldik mi
baba?
-hayır oğlum mola verdik yarım saatliğine. aşağıya inmek ister misin.
-peki adam
gerçekten ölmüş mü baba?
-hangi adam
oğlum?!!!
...
uzunca bir süre sustuk sonra...
.
ne zaman soğuk bir otobüs camına yaslasam başımı, aklıma hep babam gelir.
.