boş ekrana bakıyorum. yazmak zorunda değilim diyorum içimden. düşünüyorum. geçmişi. ve yarını. iki gün sonrasını. bir gün öncesini.
düşünmek hakikaten ağır bir iş.
ümit yaşar geliyor aklıma. dünyanın en ağır işçisi benim. yirmi dört saat seni düşünüyorum.
diyor ya hani bir şiirinde. düşünmek gerçekten zor zenaat.
iç sesimle konuşuyorum yine. yazmak zorunda değilsin diyorum bilmezmiş gibi kendimi. nasıl inatçı olduğumu. başladığım işi bitirmeden rahat uyumayacağımı.
hem tüm olan biteni anlatmalıyım. belki birilerine faydası olur.
saat 00:12
..
televizyonun radyosu açık. rastgele bir kanal seçiyorum. ses olsun da. doğrusu müzik olsun. söylemiştim defaetle müziksiz yaşam düşünemiyorum. ve sanki nazan öncel geçen sene teoman'ın bıraktığı yerden devam ediyor. aşk diyor şimdi.. ama hiç oralı değilim. galiba biraz da uykum var. ondan olabilir. bilmiyorum. yıl da bitiyor zaten. hüzünlü müyüm yoksa sevinçli mi? daha çok nötrüm. hem bakıyorum da şöyle geriye parmak hesabı. iki bin dokuz, on, on bir değişen pek bir şey yok. muhtemelen oni ki, on üç, on dört, on beş, on altı, onyedi, on sekiz, on dokuz gidecek böyle aynı. cümleler aynı, sıkıntılar aynı, aşklar aynı, riyakârlıklar aynı, bulantılar aynı, az sayıdaki sevinçler bile aynı.
ama her şeye rağmen...
var olan bir ümit...
ve
der ki sertab bir şarkısında; bi çaresi bulunur çıkmazların, bi uyuyup uyanalım...
.
07:55 : uyandım. sertab'ın kulaklarını çınlattım. değişen bir şey yoktu. ama uyandığımdan beri beynimin içinde bir ses. bir şarkı. kıraç söylüyor. tuvalete gittim geldim hala o ses. yeniden yattım. uyumaya çalışıyorum. çünkü tatil bugün. uyumaya çalışırken kadıköy'e insem mi? arkadaşlara uğrasam mı? neredeyse aslan yelesi kıvamına gelen saçları mı kestirsem. kredi kartı borcunu yatırsam? arabanın yağı da değişecek unutma. gönderilecek bir kargo var. bilinçaltımdan çok derimin altıma işlemiş zamanlanmış görevler. ama ben sadece uyumak istiyorum. uyumak. sıcak odada tembellik etmek kedi misali. uyuyamıyorum. oysa hafta içi bu saatte uyanmamak, yataktan çıkmamak için on takla atıyorum. şimdi yatakta kaldıkça ızdırap çekiyorum adeta. utanmıyorum okkalı bir küfür sallıyorum bu duruma. hazır ağzımı açmışken istediğim gibi gelişmeyen borsaya, iş hayatına, sızlayan dişlerime, istanbul trafiğine , kalabalığa, tükenmişliğe, çaresizliğe, adet yerini bulsun diye amerikaya da bastım kalayı. rahatlamadım.
zaten giden ve gelen bir yıla canlı bir organizma gibi davranmayı bilmem de beceremem de. giremem o duyguya hiç bir şekil. dünyanın uzağından geçen bir göktaşından farksızdır bu yıllar. geçip gidiyorlar çünkü. saygı duyabilirim, heyecanlanabilir insanlar. ama o duyu organım alınmış gibi benim. saygı duymadığım kendimim. benimsemediğim halde iyi seneler, hoh hoh seneye görüşürüz esprilerine , şirket resepsiyonlarına katılmak. bu bayatlığa alet olmak falan. sıralı sayılar gibi geçip gidiyor işte. pazartesi salı ocak şubat gibi ikbinon ikibinonbir ikibinoniki ... içinde olup bitenler yılların değil tamamen bizim günah ve sevaplarımız. o yüzden bok atmayalım 2011'e rica ederim. canlı değil ama dile gelip bir konuşursa mazallah marduk, uzay, mağma hiç bir şey kurtaramaz gibi geliyor bizi. şu yukarı yazzdıklarımı tekrar okumadan basacağım şimdi kaydı yayınlaya. merak ediyorum yarı uykulu kafayla nasıl bir malzeme çıkmış. yeni yılsa bu da yeni yıl.
ha unutmadan bir itiraf. beynimin içinde şarkı söyleyen gülben ergen'di. tesadüf diye bir şeyler söylüyordu. kıraç geçen hafta ziyaret etmişti. ondan önceki hafta da amy winehouse.
haftaya adriana lima'yı bekliyorum. olsun şarkı söylemese de olur.
...
10:33 : dışarıdayım nihayet. soğuk iliklerimde. sokaklar ve cadde garip. bir yılbaşı cumartesisi gibi davranmıyor. kediler ve kuşlar hariç. yeni park etmiş bir hyundainin sıcak ön kaportasına konuşlanmış işte bir sarman kedi. kargalar yıkılıp yeniden dönüştürülmek üzere olan bir binanın kalıntıları arasında leş arıyorlar kendilerine. martılar kazulet sesleri ile gelişigüzel haykırıyorlar yine. ama insanlar. hiç olmadığı kadar azlar ve yavaşlar bugün. rüyada mıyım diye düşünüyorum. değilim. yorgunum sadece. çok yorgunum. insanları anlamaya çalışamayacak kadar yorgunum. ani bir kararla kadıköy'e inmekten vazgeçiyorum. berber meto'ya çeviriyorum rotayı. şansıma sıra yok. çünkü gitmeden arıyorum. berber sırası beklemek gibi iğrenç bir şey hatırlamıyorum. laflıyoruz gene. muhabbet her yerdeki gibi aynı. cingıl bels ekseninde. kısa kesiyoruz ama. sevmediğimi biliyor zira meto. ama diğer mevzular da aynı değişmiyor. hayat zor. istanbul kalabalık. insanlar anlayışşsız. milletvekili zamları, ölenler, kalanlar, suni gündemler, hava ve yol durumu sonu belli oyunun piyonları olduğumuz gerçeği en nihayetinde. canım sıkılıyor. bir daha saçımı kestirmemeye karar alarak çıkıyorum. bir kadıköy mü yapsam. canım istemiyor. köşedeki süpermarketin sıcaklığında dolanırım biraz. güzel müzikler çalıyorlar hem. bebe, dani, tom waits, cohen.. ne ararsan var. en azından kafamdaki gülben ergen sesi gider. süpermarkette elimde liste aylak aylak dolaşmayı seviyorum. tuhafıma gidiyor ama seviyorum. özgürüm. acele yok. telaş yok. yine de umulmadık kazalar olabiliyor. kaptan amcayla mesela çarpışmaya iki saniye kala uyandık. doğrusu ben uyandım. kafam yukarıda olduğu için her daim. ikimiz de elimizdeki listeye yoğunlaşmışken yaklaşan bir karaltı gördüm. kıvrak bir vücut çalımıyla son an da çarpışmadan kurtulduk. gülümsedik bu arada birbirimize. kaptan amca. siyah kasketi beyaz bıyıkları ile ağır ağır çıkıyordu hayat merdivenlerini sanki. galiba ben daha hızlıydım ondan. sonra o esmer güzeli. oğluyla şakalaşırken ve bana gülümserken gördüm. belki de oğluna gülümsedi. o an için üzerime alınmak istedim. gülümsedim. durmadım devam ettim. yapmadığım bir şeyi yaptım. yeni çıkan bir çikolata markasının tadına baktım. beğendim. bir paket de aldım üstelik. sebepsiz.
.
.
13:03 : durduk yerde mutlu yıllar diyen kasiyere zoraki "iyi seneler" dedim. moralim bozulmuştu. elimde poşetler eve gitmek istemiyordum. poşetleri arabanın bagajına koyup doğuya doğru yürüdüm sert adımlarla. cadde gürültülüydü ve kalabalıktı sabahın aksine. umurumda değildi. bir sigara yaktım. bir nefes çektim. iğrençti tadı. fırlatıp attım. adımlarımı daha da sıklaştırdım. karşımdaki seçemeyecek derece sinirli ve hızlı adımlarla uzunca bir süre yürüdüm. sonra gördüğüm ilk kafeye girdim. üşüyordum. buna rağmen dışarıya oturdum. ayazın tüm benliğime hatta ruhuma hakim olmasını istiyordum. neyi unutmak ya da kanatmak istiyordum bilmiyorum. o kadar çok şey vardı ki. aralarından seçim yapmak için çok tembeldim. çok üzerimde durmadım. ısmarladığım kahve de gelmişti zaten. içimde bir his vardı. konuşuyordu üstelik. hiç durmadan. benim dinleyecek halim yoktu. sadece kahvemi içmek olanları unutmak hatta tüm her şeyi sıfırlamak. mümkünse yeniden başlamak istiyordum. kimseyi duymak dinlemek istemiyordum, kendimi bile.
..
.
14:17 kediler
kek sevmezmiş bunu anladım. düzeltiyorum çikolatalı keki sevmezlermiş.
hiç kedim olmadığı için bilmiyorum tabi. etrafımda mırıldayan sırnaşık
kedilere yediğim her şeyi veriyorum. aslında çok cömert olduğum
söylenemez ama işte kedilere karşı bu zaafiyetin nerden geldiğini
çözemedim hala. daha önce kaşarlı tost, hamburger falan vermiştim.
onlara da nazlanmıştı bu köftehorlar. yan masadaki işletme üçüncü sınıf
güzeli halimize bakıp güldü. tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken öte
tarafa döndüm yüzümü. tekrar bu tarafa döndüğümde bizim tekir kedinin
iki dakikada beni satıp solugu bu kızıl gezegenin yanında aldığını
gördüm. tamam kız fena değildi. alımlı, omzunun on santim aşağısına
sarkan brezilya fönlü kızıl saçlar, az makyaj, çok doğal ve duru bir
sıfat ama işte o ukala tavrı yüzümü diğer tarafa çevirten. neyse
kediler diyorduk. nankörler işte. ama huyum kurusun her şeye rağmen
ekmeğimi vermekten vazgeçmeyeceğim bu uzaylı yaratıklara.
..
.
15: 00 izlediğim amerikan filmlerindeki gibi (yoksa türk filmleri miydi anımsayamadım tam şimdi) garsona uzaktan işaret edip kahvenin ve kekin parasını masaya bırakıp aceleyle çıktım kafeden. o sırada tekire baktım keyfi yerindeydi. ilginç olan kızıl gezegenin de aceleyle hareketlenip arkadaşlarıyla vedalaşmasıydı. tesadüf olmalıydı. beni takip edecek hali yoktu ya. ama benden beş on saniye sonra aynı köşeyi dönünce şüpheye düştüm. emin olmak istedim. bir şey almak bahanesiyle köşedeki büfeye uğradım. kızıl gezegen beni beş on adım geçtikten sonra çiçekçinin yanında durdu. artık emindim. beni takip ediyordu. dünya tersine dönmüş olmalıydı. ilk hareketin ondan gelmesini bekleyecektim. gideceğim yönün aksine ve tenha bir sokağa girdim. yanılmadım. o da peşimden geldi. az önce aldığım kararı bozup ani bir hareketle geriye döndüm....
.
..... : işte orada bütün güzelliği ile bir masal perisi gibi bunca yıldır boşuna beklememişim demek ki sözünün tüm ağırlığı, bütün onuru ve vakarı ve ihtişamı ile kanlı canlı karşımdaydı. sormaya gerek bile duymadım. gözlerinden tanıdım onun o olduğunu. zaten istesem de soramazdım dilim tutulmuştu adeta. sağ elinin işaret parmağı ile önce kendi dudağına sonra benim dudağıma dokunarak öyle bir sus işareti yaptı ki bir yerlerde zelzele oldu sandım. meğer artçıymış. benimle evlenir misin sorusunun akabinde aynı dudaklar şehvetle birbirine kavuştuğunda gerçekleşti asıl deprem. bir tufan bir kıyamet. sokak yıkılıyordu. alkış, yaşa, civar kafe ve iş yerleri ile komşu balkon ve camlarından sarkan altın günü hanımları, tezgahtar kızlar, eğlence arayan ergenlerin ıslık ve alkışları eşliğinde dünyanın en güzel evetini işittim...
..
.
16:48 : uyanmışım. daha doğrusu uyandırıldım. karım ve üç çocuğum tarafından. zor kullanılarak soğuk suyla işkence yapılarak. böyle bir rüyanın sonu bu şekilde olmamalıydı. hadi oldu işkence kısa sürmeliydi. sesler vardı kafamda. dinmeyen gürültüler. daha çok bir kadın sesi. "hadi abimlere geç kalıyoruz. bugün yılbaşı. daha teyzenlere, dayımlara, sonra çocukların süt annelerine gid...."
son duyduğum kelime tamlamaları bunlardı. ondan sonrasını inanın hatırlamıyorum hakim bey. lcd plazmayı camdan ne vakit atmışım, peşinden de kendimi aşağı salmışım inanın hiç bir fikrim yok. şans eseri emektar yeleğin omzundan bahçedeki ceviz ağacına asılı kalmışım. kuvvetlidir yelek. kıbrıstan getirmiştim. askerliğimi kıbrısta yaptım da ben. yelek olmasaydı huzurlarınızda olmazdım şu an. ama dediğim gibi hatırlamıyorum tabi hiç bir şeyi. komşular anlatıyor. sinirden şoka girmişim. itafiyeyi çağırmış komşular. onlar indirmiş beni ağaçtan. önce yılbaşı şakası yapıyorum sanmış komşular. inanmamışlar. huyum kurusun bazen böyle muziplikler yaparım. ama bakmışlar iş ciddi. başta hindi sesi olmak üzere tuhaf sesler çıkarıyorum, ingilizce şarkılar söylüyorum. önce polise sonra itfaiyeye haber vermişler. sonrasını biliyorsunuz zaten. sonuç olarak ben hem mağdur hem masumum hakim beğ. hanife'nin de benim peşimden atlayacağını bilemezdim. beni bu kadar sevdiğini de bilmiyordum hem. masumum.
diyeceklerim şimdilik bundan ibaret... dedim ve bu kez gerçekten uyandım..
..
..
.
15: 00 izlediğim amerikan filmlerindeki gibi (yoksa türk filmleri miydi anımsayamadım tam şimdi) garsona uzaktan işaret edip kahvenin ve kekin parasını masaya bırakıp aceleyle çıktım kafeden. o sırada tekire baktım keyfi yerindeydi. ilginç olan kızıl gezegenin de aceleyle hareketlenip arkadaşlarıyla vedalaşmasıydı. tesadüf olmalıydı. beni takip edecek hali yoktu ya. ama benden beş on saniye sonra aynı köşeyi dönünce şüpheye düştüm. emin olmak istedim. bir şey almak bahanesiyle köşedeki büfeye uğradım. kızıl gezegen beni beş on adım geçtikten sonra çiçekçinin yanında durdu. artık emindim. beni takip ediyordu. dünya tersine dönmüş olmalıydı. ilk hareketin ondan gelmesini bekleyecektim. gideceğim yönün aksine ve tenha bir sokağa girdim. yanılmadım. o da peşimden geldi. az önce aldığım kararı bozup ani bir hareketle geriye döndüm....
.
..... : işte orada bütün güzelliği ile bir masal perisi gibi bunca yıldır boşuna beklememişim demek ki sözünün tüm ağırlığı, bütün onuru ve vakarı ve ihtişamı ile kanlı canlı karşımdaydı. sormaya gerek bile duymadım. gözlerinden tanıdım onun o olduğunu. zaten istesem de soramazdım dilim tutulmuştu adeta. sağ elinin işaret parmağı ile önce kendi dudağına sonra benim dudağıma dokunarak öyle bir sus işareti yaptı ki bir yerlerde zelzele oldu sandım. meğer artçıymış. benimle evlenir misin sorusunun akabinde aynı dudaklar şehvetle birbirine kavuştuğunda gerçekleşti asıl deprem. bir tufan bir kıyamet. sokak yıkılıyordu. alkış, yaşa, civar kafe ve iş yerleri ile komşu balkon ve camlarından sarkan altın günü hanımları, tezgahtar kızlar, eğlence arayan ergenlerin ıslık ve alkışları eşliğinde dünyanın en güzel evetini işittim...
..
.
16:48 : uyanmışım. daha doğrusu uyandırıldım. karım ve üç çocuğum tarafından. zor kullanılarak soğuk suyla işkence yapılarak. böyle bir rüyanın sonu bu şekilde olmamalıydı. hadi oldu işkence kısa sürmeliydi. sesler vardı kafamda. dinmeyen gürültüler. daha çok bir kadın sesi. "hadi abimlere geç kalıyoruz. bugün yılbaşı. daha teyzenlere, dayımlara, sonra çocukların süt annelerine gid...."
son duyduğum kelime tamlamaları bunlardı. ondan sonrasını inanın hatırlamıyorum hakim bey. lcd plazmayı camdan ne vakit atmışım, peşinden de kendimi aşağı salmışım inanın hiç bir fikrim yok. şans eseri emektar yeleğin omzundan bahçedeki ceviz ağacına asılı kalmışım. kuvvetlidir yelek. kıbrıstan getirmiştim. askerliğimi kıbrısta yaptım da ben. yelek olmasaydı huzurlarınızda olmazdım şu an. ama dediğim gibi hatırlamıyorum tabi hiç bir şeyi. komşular anlatıyor. sinirden şoka girmişim. itafiyeyi çağırmış komşular. onlar indirmiş beni ağaçtan. önce yılbaşı şakası yapıyorum sanmış komşular. inanmamışlar. huyum kurusun bazen böyle muziplikler yaparım. ama bakmışlar iş ciddi. başta hindi sesi olmak üzere tuhaf sesler çıkarıyorum, ingilizce şarkılar söylüyorum. önce polise sonra itfaiyeye haber vermişler. sonrasını biliyorsunuz zaten. sonuç olarak ben hem mağdur hem masumum hakim beğ. hanife'nin de benim peşimden atlayacağını bilemezdim. beni bu kadar sevdiğini de bilmiyordum hem. masumum.
diyeceklerim şimdilik bundan ibaret... dedim ve bu kez gerçekten uyandım..
..