sabah erken sayılabilecek bir vakitti. kahvesini koşar adım içen iş
adamları triplerinde aceleyle hoş bir kafeden çıkıyordum ki, onu
gördüm. kafelerin kaldırıma taşan sigaralı bölümünde bir yandan
kahvesini yudumlarken öteki eliyle sigarasına hakim olmaya çalışıyor,
yuvalarından fırlayacakmış gibi duran kocaman ama çok güzel gözleriyle
de bana bakıyordu. işte bu çok güzel kadına ben çok, çok kötü baktım
usta. oysa yapmazdım hiç. içime bir şey girdi sanki o an! o melek
yüzdeki sinsi şeytanlığı mı fark ettim? neden? bilmiyorum. bir şey. ama
ne? his. iyi olmayan bir şey. kalabalıkta yürürken yüzüme üfürülen
sigara dumanından tiksinir gibi buruşturdum yüzümü. hızlı adımlarımı
daha da sıklaştırırak yürüdüm. köşedeki kitapçı, ki o çok güzel
şarkılar çalan kitapçı bu cumartesi az önceki gerginliği şölene, zevke,
sefaya dönüştüren kıpır kıpır bir fransızca şarkı hediye ediyordu bu
yorgun şehre. nerede olursa olsun , sokakta bir fransızca şarkı
duyduğumda hiç gitmediğim paris'te hissederim kendimi? bugün bu bulutlu
cumarteside daha çok hissettim bu duyguyu. hem paris'te deniz var mı
usta!? martılar, sanki şarkıya eşlik ediyorlar. kapalı ama yine de iç
açan masmavi bir gökyüzü. adımlarını düşünerek değil ama adeta sayarak
atan canım insanlar. ve güzel yağmur. sonra bu vapurlar. hayat falan. ve
tabi ki deniz. az ilerde ipini koparamamış balon. şehri köstebek
yuvasına dönüştüren metro inşaatı bile engel olamıyor tüm bu coşkuya.
diyorum ki şimdi burası bu şehir bu gök kubbe altı bir kaç dakikalığına
paris olsun usta! ha olmaz mı? şarkı bitene dek en azından. ve öyleyse
en çok clichy'de olmak istedim şimdi yalan yok. henry'nin kafelerin
birinde kahve içmek bir de. ve sanki soğuk su içmiş de o yüzden kısılmış
sesiyle bir kadın çok romantik ama bir o kadar hüzünlü ama aynı
zamanda coşkulu bir şarkı söylesin. belki o da gelir! hatta belki çoktan
gitmiştir de beni bekliyordur orada. gelişigüzel akan ırmakta başıboş
giden bir sandal gibi düşüncelerim de kendim de akıp gittim bu cumartesi
kalabalığında. bedenim bu sarhoş kalabalıktaydı ama ruhum clichy'deki o
salaş kafedeydi. gençlerin önüme tutukları renkli nesneleri anlamıyor,
seslerini duymuyordum. fluydu her şey. oysa clichy apaçık ve netti
zihnimde!
balık pazarının o tarihi dokusu ve kokusu narkoz etkisinden
çıkardı beni sonra. ama vakit hala erkendi. buna rağmen canlıydı balık
pazarı. kokusundan ziyade bu hayat veren canlılığı çekiyor en çok beni
buraya. kardan sonra içe çekilen o soğuk ve tertemiz ayaz gibi çekiyorum
bu kokuyu da içime. sonra komşu fırından kahve, starbucksdan kek
kokusu geliyor karışık! ve sonra çok güzel bir kadın parfümü. baş
döndüren. ama hangisi bilmiyorum. önce şarkılar, sonra bu güzel kokular
öldürecek beni usta. ama hayır yasaklamasınlar güzel olan hiç bir şeyi.
sanırım şimdi biraz yazı ve elbette kahve zamanı. yok hayır, sigara
yok. kapattım o defteri ben.
uzun zaman oldu. unuttun mu...?
.