elimi bağlıyor. beynimi de sanki.
uykuyu çok seven biri değilim. orta karar uykucuyum diyebilirim. misal, günde 6-7 saat uyumak yetiyor bana. ama işte bir mecburiyet olup da sabahın köründe kalkmak icap edince deli oluyorum. saatlerce uyumak istiyorum işte o zaman. oysa ki işe gitmediğim zamanlar sabah sekiz dedin mi ayaktayım. pazarları da dahil buna. ama bu sabah hiç çıkmak istemedim yataktan. hayır hasta değildim. aslında işsiz olduğum için üç haftadır böyle bu durum. yalan söyleyecek değilim şimdi. bunun ne kendime ne de size yararı dokunur çünkü. ama bu sözlerimden sonra da tembel, hımbıl biri olarak bellemeyin n'olur beni! sevdiğim bir iş olursa karıncadan çok çalışırım. vaktin nasıl geçtiğini anlamam. bilirsiniz hayat istediğini, sevdiğini her zaman vermiyor insanoğluna. benim başıma gelen de bu.
dün yahut önceki gün bir blogcu dostuma artık blog yazmayacağım dedim. niye bilmem öyle bir soğuma, bir isteksizlik geldi birden. cahitle başbaşa bırakıp sizi kimseye haber vermeden de gidecektim. ha yazmayacak mıydım? yazacaktım, elbet başka yerlerde. en kötü, sağda solda otobüs ve cafe köşelerinde etraftaki insanlardan sekip beynime dolan düşünceleri yazacaktım bir şekilde. ama yapamadım, gidemedim işte.
gidemiyorum.
hayır! gidemeyişimin sebebi ne geçen sene bu zamanlar ulu orta verdiğim "artık son blog burası, terketmek yok" sözü ne de bazı sevgili arkadaşların alaycı ve iğneleyici eleştirilerinden korkmam! nasıl anlatacağımı ve izah edeceğimi bilmiyorum. ama deneyeceğim.
elbette sizlerin yazdıklarımı okumaya ihtiyacınız yok ama sanırım burada yazdıklarımı sizlerin okumasına benim ihtiyacım var! ne düşündüğünüzü bilmeden sessiz ve düzenli okuyuşlarınız sevindiriyor beni. hatta itiraf edeyim bazen heyecanlandırıyor bile.
yazdıklarımda ne buluyorsunuz diye ahmakça bir soru yöneltmeyeceğim şimdi. çünkü ne bulduğunuzu gayet iyi biliyorum. belki de bu cesaretlendiriyor beni. aklıma düşenleri fazla ölçüp biçmeden kırk yıllık dostuma anlatır gibi yazıyorum sonra.
aslında biliyorum ki bir kaç kişi dışında hepiniz yabancısınız bana. ve belki de bu yabancılık, bilinmemezlik, tanınmamazlık kalkanı yüreklendiriyor beni. öyle bir an geliyor ki; insan o 40 yıllık dostlarına anlatamadığını daha önce hiç görmediği bilmediği yedi kuşak yabancıya anlatabiliyor. çünkü anlatmazsa çatlayacağını biliyor. sanırım ben de çatlamamak için yazıyorum size!
fakat bu yazı ve blog işine girdiğimden beri adeta güreşiyorum kendimle. çoğu zaman hatta bugün bile o cennet gibi mekanın tadını çıkarmak yerine bu yaptığımın yani düzinelerce kelimeyi bir araya getirip sonra da bir blogdan internet okyanusuna bırakmanın çok aptalca, saçma ve hatta vakit kaybı olduğunu düşündüm bir kez daha. ama sonra ne yaptım? okuduğum kitabın hoşuma giden cümlelerinin altını çizdim. ve sonra bir anlık nefes alış verişimde karşımda gördüğüm insanlar hakkında yine yeniden yazılar yazdım.
peki niçin?
hayır, sadece siz okuyasınız diye değil.
blogunda dün tesadüfen gördüğüm bir cümlesinde şöyle diyordu sevgili 1646; .
"Bir insan niye okur, haydi okudu diyelim niye yazma ihtiyacı duyar? Bunların sebebi bana göre yalnızlıktır."
haklıydı. ne kadar çok dostumuz, eşimiz, arkadaşımız , kankamız olursa olsun biliyoruz ki en nihayetinde tek başınadır insanoğlu bu dünyada. işte bu yalnızlığı yenme çabalarından biri olarak görüyorum ben de yazma eylemini.
belki de bu yüzden okumak için can attığım ve daha on beş sayfasını bile tamamlayamadığım elimdeki kitabı bırakıp yazmaya başladım. sanki etrafımdaki insan hikayeleri kaçacakmış gibi. oysa onlardan her yerde o kadar çok vardı ki. hepsi kaçsa bile ben oradaydım. hakkımda yazacak çok şeyim var çünkü. misal yıllar sonra o sigarayı ilk kez yakıp derin bir nefes çektiğimde nasıl utandığımı anlatamam size. hayır utancım dumanından ve kokusundan nefret edip de her seferinde etrafımdakilere vaaz vermem nedeniyle değildi. mağlubiyetimden , bu kadar çabuk ve kolay pes edişimden utandım. kıçı kırık bir sigara da teselli aradığım için utandım. çokça da kızdım kendime.
ama yapamıyorum, bir türlü konsantre olamıyorum hiç bir şeye. hemen ilgimi ve hevesimi kaçırıyorum. keyifle yaptığım işlerden de bir şey anlamıyorum artık. sanırım daha kötüsü hayata konsantre olamamak. dürüst olmaya çalışıyorum kendime. günlerdir bu hayattan ne isteğimi sorguluyorum. fakat tam bir şeyler bulur gibi olduğumda hemen karşı tezini üretip bu saniyelik hevesimi kursağımda bırakmakta o kadar mahirim ki, yılmadan üzerine gittiğim ikinci, üçüncü, dördüncü denemelerimde de bu kısırdöngüyü aşamayıp pes ediyorum. en kolayını yapıp tütüne başlıyorum işte. oysa kendimi güçlü sanırdım. değilmişim.
az önce söndürmeme rağmen tiryakiler gibi bir sigara daha yakıyorum öğle saatinde geldiğim bu şirin kafede. ağaçların ve yapay da olsa büyükçe bir havuzun ortasında huzur vaad eden bir yer. masaların sıklığından hafta sonları dolup taştığı anlaşılıyor. ama şimdi sadece bir iki masa dolu. onlardan birinde beş altı masa uzaklıkta bakımlı esmer güzeli bir bayan, saçları kırlaşmış sırtı bana dönük olan orta yaşlı bir adamla bir şeyler konuşuyor sükunetle. arada da elindeki sigaradan bir nefes almayı ihmal etmiyor. o sırada deminden beri masamın etrafında dolanan şırnaşık kedi ısmarladığım menüyü getiren garsonla birlikte sokuluyor masama hatta masanın altına girip istekli gözlerle bana bakıyor. maalesef yiyeceği tarzda yemeğim yok. buna rağmen bir parça atıyorum önüne. yemiyor. "ne halin varsa gör" deyip önümdeki kitaba odaklanmayı deniyorum. o da yüz vermediğimi görünce beni bırakıp bu sefer de hemen soluma yeni gelen dede ile toruna sırnaşıyor. tam o sırada 27-28 yaşlarında kızıl saçlı, yeşil montlu bir bayan geliyor iki masa öteme. oturacakken karar değiştirip süs havuzunu ve güneşi tam cepheden gören benim yanımdaki boş masaya oturuyor. ve yüzünü güneşe veriyor. bense önümdeki kitaba dönüyorum yeniden.
bu şekilde ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. garsonun masamdaki boşları aldığını ve bana bir şeyler söylemeye çalıştığını geç fark ediyorum. kulaklığımı çıkarıyorum. kaçıncı kez tekrar ettiğini bilmediğim sorusu için "efendim" diyorum.
- çay alır mısınız tekrar?
- evet lütfen. ama küçük bardakta olsun bu sefer.
kızıl saçlı bayanın ve solumdaki dede ile torunun gitmiş olduklarını işte o zaman fark ediyorum. garson çayımı getiriyor. ben bir saat içindeki altıncı sigaramı yakıyorum. acemice açtığım paketi kapatırken zorlanıyorum. sonra birden kibrit kutularındaki vasati kırk çöpün gerçek olup olmadığını test etme fantazim düşüyor aklıma. henüz cebime koymadığım bir kutu kibriti garsonun şaşkın bakışları arasında tereddütsüz kürk mantolu madonna'nın üzerine boşaltıyorum. bir şey demeden gidiyor garson. sigara yakıp attığım altı çöpü de ilave ederek dikkatlice ve bir bir sayıyorum kibrit çöplerini. tam 42 tane sayıyorum. seçim sonucu dikkatinde saydığım için tekrar saymaya gerek görmüyorum. gülümsüyorum. fazla çıkan iki çöpe mi yoksa yaptığım bu anlamsız harekete mi güldüğümü bilmiyorum. sadece gülüyorum.
sırnaşık kedi yine masamın dibinde. güneş , bulutların arasında. üşüdüğümü hissediyorum. yarım saat önce gittiğim halde tuvalet ihtiyacım nüksediyor. gidip gitmemekte kararsız kalıyorum. o sırada bizim kedi sırnaşacak yeni bir kurban ediniyor kendine. kızıl saçlının boşalttığı masaya yeni gelen ve muhtemelen yirmili yaşların ilk çeyreğindeki asker traşlı delikanlının masasının dibinde şimdi. siyah kabanlı, sert yüzlü delikanlı hiç oralı olmuyor. cebinden çıkarttığı kartvizitler arasında bir telefon numarası arıyor büyük ihtimal. kedimiz pes etmiyor, bu sefer de yan masadaki nine ve toruna askıntı oluyor. ve bingo! ninenin attığı hamburgeri beğeniyor ve sonunda mideye bir şeyler indirmeyi başarıyor bizim sırnaşık.
şu şırnaşık kadar olamadığım, yeterince mücadele etmediğim geçiyor aklımdan. çabuk pes ettiğim için kendime kızıyorum. bu arada güneş bulutların arasından çıkmış yüzüme yüzüme vuruyor. üşüdüğümü hissediyorum.
.