yüzü
gibi ince ve narin ellerini bana uzatmış “buraya gel cahit” diye
sesleniyordu. "ben cahit değilim" dedikçe o ısrarla “cahit gel lütfen ”
diyordu. beyazlar içindeydi. çok güzeldi. daha önce görmediğime
emindim. ama yine de anlamlandıramadığım iç gıcıklayıcı bir hisle
doluydu içim. sanki biraz sonra gözüm bir yerden ısıracaktı bu
esrarengiz güzeli. nasıl bir oyundu bu? ya da bu bir oyun muydu?
çözemiyordum. böyle güzelliği nerede olsa tanırdım. fakat bir türlü kim
olduğunu çıkaramıyordum. ben durumu çözmeye çalıştıkça ve şaşkın
baktıkça yüzüne “lütfen benimle gel cahit” diyordu. bir şeyler eveleyip
geveliyorum. sanırım saçmalıyordum. sonra birden ürkek ve titrek
ellerimle yosun yeşili bir tahtaya şiire benzer bir şeyler yazmaya
başladım.
cahit olamam ben
üç cahit var tanıdığım
cahit sıtkı, cahit kulebi
ve müdür muavini cahit
allahsız çok pis döverdi bizi
aniden
uyanıyorum. ama sakinim. kabus desen kabus değil, peri masalı desen hiç
değil. bir garip rüya işte. sadece bir rüya diyorum. ama etkisinden de
çıkamıyorum. üstelik o kızı tanıyacakmış gibi olmam ama kim olduğunu
bulamam daha kötü ediyor beni. düşünüyorum, düşünüyorum bulamıyorum.
bulamadıkça daha kötü hissediyorum. saçmalama altı üstü bir rüya diye
tekrar ve tekrar söylenerek teskin etmeye çalışıyorum kendimi. ama
nafile. yüzümü yıkarken, hacet giderirken, dişimi fırçalarken kim
olduğunu düşünüyorum. bulamıyorum. kahvaltı hazırlarken de düşünüyor
fakat yine bulamıyorum. varlığından bile emin olmadığım birini aramak
yoruyor beni. kafam dağılsın diye televizyonu açıyorum. akşam ki
haberlerin tekrarını veriyor çoğu kanal. bir kanalda üç beş doktor bir
hizaya dizilmiş telefonla sorusu ve sorunu olanlara cevap yetiştiriyor.
mtv de madonna o eski bilindik hareketli şarkısını söylüyor. şarkıya
ayağımla tempo tutup zeytin çekirdeğini ısırmamla “buldum” diye
höykürmem, evet hepsi aynı saliselik dilimde cereyan ediyor. belki de
bulduğum için zeytin çekirdeğini ısırıyorum. bilmiyorum. tabi ya geçen
hafta minibüs caddesinde beyazlar içinde salınırken görmüştüm o'nu.
sonuçta büyük ikramiye çıkmış talihli gibi sevinirken dişimdeki acıyı
çok önemsemiyorum. annem olsa önce bir la havle çeker sonra bizim oğlan
delirdi diye okuyup üflerdi kesin. ingiliz devi chelsea’yi devirdiğimiz
maçta ikinci sergen golünden sonra adeta çıldırmış, kendimi oradan oraya
atmış arada camı açıp akasya sokağın sessizliğine böğürmüştüm avazım
çıktığı kadar. yerlerde yuvarlandığımı gören kadıncağız da “eyvah çocuğu
cinler çarptı” diyerek beni okuyup üfleyip ancak bu fayda vermeyince
telaşla karşı komşumuz hacı hüseyin amca’yı çağırmıştı. o hacı hüseyin
ki pehlivan gibi, iri cüsseli. ben derdimi anlatana kadar bir güzel
pataklamıştı beni. o gün bugündür içimden yaşarım hep gol sevinçlerimi.
bu
ağır düşünceler ağır ağır uzaklaşırken zihnimden önceki gün minibüs
caddesindeki hayali daha bir berrak canlanıyordu bu kar tanesi
beyazlığındaki kızın. trafik her zamanki gibi sıkışıktı. o gün bir daha
bu yolu kullanmamaya karar vermiştim. elimdeki kitabı bir anlık bırakıp
dışarıyı izlerken fark etmiştim ilk kez kendine güvenen, dünyayı
umursamayan bu rahat tavırlarını. ve güzelliğini. saflığını bir de!
hatta pollyanna mı amelie mi olsun ismi diye bir süre kararsız bile
kalmış amelie isminde karar kılmıştım sonra. evet o’ydu tabi ki. o günkü
hallerini başından sonuna yeniden hatırladım.
atlasam
arabama özgürlük parkına gitsem şimdi. hem sakindir, kimsecikler
yoktur. olsa da tek tük benim gibi işsiz güçsüzler vardır. ya da doğa
sevdalısı bir iki tip. köşedeki bakkaldan sigara ile bir de kibrit
alsam. kulağımda sting çalarken derin derin içime çeksem çay fincanı ile
aynı elimde tuttuğum sigarayı, inci beyazlığındaki amelie kadar özgür
ve mutlu olur muyum acaba?
onlarca
insanın arasında sanki bu dünyada tek başınaymış gibi adeta dans ederek
yürüyor ve pipet kalınlığındaki sigarayı öyle keyifle tüttürüyordu ki
özendim o gün ne yalan söyleyeyim. hem haline hem sigara içişine.
aslında nefret ederim sigaranın kokusundan ve dumanından. ama işte
hayat...
dışarı
çıkmam gerektiğini biliyorum. uzun zaman oldu dışarı çıkmayalı. uzun
dediysem bana yıllar gibi gelen 2 ya da üç gün. belki de dörttür
bilemiyorum. ama bunu çok istediğimden emin değilim. ruhum istiyor
bedenim izin vermiyor. zor bir durum. anlatması da zor. ama kafamda
provasını yapıyorum.. çıkarken asansörde hep yanıldığım gibi zemin kat
yerine bulunduğum sekizinci kata basabileceğimi düşünüyorum. ama ondan
önce kapıyı kilitledim mi diye bir kez daha kontrol ettiğimi hayal
ediyorum. arabayı çalıştırmadan önce de köşedeki bakkala gidiyorum en
hafifinden bir sigara ve vasati kırk çöplük bir kibrit alıyorum. dündar
amca’nın “sen sigara içer miydin evlat” sorusunu “bi arkadaşa alıyorum”
diye geçiştiriyorum. pek inanmamış görünen “ha” ünleminin ardından gelen
“ne olacak bu fenerin haline” ve topa girmek istemediğimden arkadaş
bekliyor deyip koşar adım çıkarken daum’u gönderin aykut ve rıdvan’ı
hoca yapın diye bağırıyorum. sigarayı yakmadan önce gerçekten kırk çöp
var mı diye saymak istiyorum kibritleri. yaktıktan sonra da
sayabilirdim. saymadım.
şehir
merkezine girmeyi gözüm kesmiyor, sokak aralarından ulaşıyorum parka.
ağaçların arasında kuytuda bir yer kestiriyorum gözüme. büfeden tek
şekerli çayımı alıyorum boş banka oturmadan önce. banklara, özellikle
benim gibi yalnız ve huzursuz banklara karşı zaafımın ve sevgimin nereden
kaynaklandığını düşünüyorum. filmlerdeki bank sahnelerini kopyalayıp
kolleksiyon yapmaya başladığım zamanı hatırlamaya çalışıyorum daha
sonra. bugünkü gibi soğuk kış günü erenköy’de fotoğrafladığım bankı ve
o’nu hatırlıyorum şimdi. beyaz, o’na da çok yakışırdı. ve boş bankları o
da çok severdi. oysa ben üçünü de çok sevdim. beyazın saflığını, boş
bankların yalnızlığını ve hüznünü ve tabi ki o’nu. bankın oturacak
yerine ayaklarımı, sırtlık bölümüne de popomu koyuyorum. trenlerde
ayaklarını koltuklara uzatanlara attığım fırçalar, verdiğim vaazlar
üşüşüyor beynime. kendime kızıyorum bu yaptığım çirkin davranış için ama
işte hoşuma gidiyor böyle oturmak. o yüzden aldırmıyorum hiçbir şeye.
kendime bile. özgür olmak için gelmedim mi hem buraya? çantamdan kürk
mantolu madonna’yı çıkarıyorum. sanki okunma zamanını bekler gibi
aylarca kitaplığımda duran kitabı neden bilmem şimdi okumak istiyorum.
mp3 çalarımı ayarlayıp sigaramı da yaktıktan sonra ulaşabilirim belki
kendi nirvanama. dünyadan ve sıkıntılarından ancak bu şekilde
soyutlanabilirdim. ama işte o acemi, çekingen ve baş döndüren sigara
çekişim sırasında şimşek gibi bir başka görüntü düştü zihnime. en son
dışarı çıktığım gün. amelie’yi gördüğüm gün yani. içinde bulunduğum
otobüsün yanındaki aracın camına düşen aksim geldi hatırıma. itiraf
etmeliyim ki korkmuştum o halimden. sonuçsuz ve salakça bir iş
görüşmesinden dönüyordum yine. sert ifadeli. mesafeli biraz üzgün çokça
hüzünlü gergin bir yüz bakıyordu bana! otobüstekilerin de aynı yüzü
gördüğü geldi aklıma ve belli belirsiz zoraki bir tebessüm yerleştirdim
hemen yüzüme. fakat aynı gerginlikte eski halini alması uzun sürmedi
yüzümün. şimdi ise aynı yüz bir belediye bankının üstüne tünemiş bir
bedende hoyratça ve acemice bir sigarayı üflüyor, kulağındaki müziğe
tempo tutup elindeki kitaba odaklanmaya çalışıyor. o gün korkunç
bulduğum yüzü şimdi komik buluyorum.
sonra
niye bilmem ışık hızıyla odama dönüyorum. 3 gündür dışarı çıkmadığım
odama. belki de dört bilemiyorum. hepi topu üç buçuk metrekare olan ve
sabahtan akşama müziğin ve güneşin eksik olmadığı derli toplu
sayılabilecek odamdayım. bir tek masam dağınık tıpkı kafam gibi.
üzerimdeki ataleti sonlandırıp bilgisayarı açabilirsem şayet yazıya
dökmeyi de düşünüyorum elbet bu düşüncelerimi. hatta biraz daha güçlü
hissedersem kendimi belki özgürlük parkına bile gidebilirim. kafamda
karıncalanan astarsız düşünceler, ruh ve bedenimdeki kafkanın samsa’sı
ağırlığındaki uyuşukluk devam ettiği için şu an için buna imkan yok. ama
işte bir kalksam, bir kalkabilsem. cahit bile olabilirdim.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...