o kadar da kötü değildi aslında derecem. o derece ki; turnikeden geçtiğimde tren yeni hareketlenmeye başlamış ve kapılarını yeni kapatıyordu. hala istasyondaydı ve trenin ortasındaki vagondan kafasını uzatıp devam et diyen diğer görevliye ;
- hacı bi el et de dursun makinist abi yirmi dakika beklemeyelim şimdi dedim.
bir şey yapamam dercesine samimi ve de üzgün bir yüz ifadesi ile ellerini iki yana açtı. kabullendim durumu. geri döndüm, köşedeki banka hareketlenirken saatime baktım.
-bir dakika erken gelmiş şarapsız dedim sesli düşünerek...
güvenlik görevlisi duydu ama bir şey demeden yürüdü gitti. banka oturdum. yağmur şiddetini iyice artırmıştı. bu sırada bir abla gelip yanımdaki banka oturdu. çok güzel ıslanmıştı. kıskandım o'nu. niye şemsiye almıştım ki yanıma. belki o da beni görüp şemsiye almadığına hayıflanmıştır. sormadım ama eminim öyledir. üzgün görünüyordu. belki ıslandığından değildir ama bayağı üzgündü. çantamdaki kitabı okumadım. kulağımdaki müziği dinleyip yağmuru izledim bir sonraki tren gelene kadar.
neyse ki tam zamanında geldi sonraki tren. her zamanki vagonuma gidip her zamanki yerime tatil günü hasebiyle daha kolay oturdum. çantamı ve şemsiyemi karşıma koydum. canım yine okumak istemiyordu. uyumak da ama. suadiye'de bir genç geldi çaprazıma. teklifsiz ama bir iki saniye tereddütle elindeki defter ve kitabı çantamın üzerine özenle koydu. sevdim bu hareketi. daha çok cesareti. öyle ya koltuk benim değildi. her ne kadar pek çok yer boş olsa da. ben olsam koymazdım başkasının eşyasının üzerine kitabımı. belki de toplumsal bir mesaj vermek istedi. olsun şiddet içermedikten sonra her türlü mesaja açığız. ama dedim ya bu cesareti. lakin yine de işkillendim. " giderken çantayı da alıp gitmesin bu" dedim. hani cami avlularında kendi ceketini alırken , cüzdan çarpanlar gibi. olur mu olurdu. olmadı tabi öyle bir şey. hatta zaman zaman uyudum bile. efendi gibi gitti. ne bekliyordum ki...