bugün işte kaç vakittir çantamda dolaştırdığım incecik kitabı, cengiz aytmatov'un ilk öğretmenim'i yeniden elime aldım. lakin yine çok uzağa gidemedim. beş altı sayfa okuduktan sonra dışarıdaki yağmurun ve içerideki müziğin nostaljik havası beni başka alemlere götürdü. ilk öğretmenimi düşündüm. daha doğrusu hangisi olduğuna karar vermeye çalıştım. çünkü ve zira, şimdikinden daha karışık dönemlerde ilk öğrenime başlamıştık. ilk üç yıl bizi okutan öğretmenlerin sayısı beşiktaş'ın son iki senede değiştirdiği hoca sayısından fazlaydı. bu yüzden ilk öğretmenim diyeceğim değerli insanı ancak dördüncü sınıfta buldum. dört ve beşinci sınıfı okutan yakışıklı öğretmenim şimdi nerelerdedir hiçbir fikrim yok. ondan ve o yıllardan geriye topluca çekilmiş, önlüklerimiz gibi siyah beyaz ve soluk bir fotoğraf ile bölük pörçük anılar kaldı. ilk aklıma gelen o yıllardan. öğretmenimiz sınıfın ortasında kurulu odun sobasının önüne oturmuş. bacak bacak üstüne atmış. gri yelekli takım elbisesi üstünde adonis gibi durmuş gülerek bir şeyler anlatıyordu. belki yine yerli malı haftasıydı. belki de şimdi ben uyduruyorum ama sobanın üstünden tüm sınıfa yayılan portakal kokusunu o günkü gibi hissedebiliyorum. öncekilerin şeditliği ve ceberrutluğu olmayan sevecen, bir şeyler öğretmeyi seven bir öğretmendi. çatalcalıydı. her sabah yaklaşık 60 km gelip her akşam 60 km dönerdi. bana kalırsa parayla anlatılabilecek ya da ölçülebilecek bir mesafe ve sevgi değildi bu. başka bir şeydi. son tahlilde; benim ilk öğretmenim güzel adamdı amirim. çok güzel..
.