bayrak: karşı şirketin çatısına astığı bayrağa bakıyorum on dakikadır. arada da müyesser hanımın “içecek misiniz?” diyerek masama bıraktığı çayı yudumluyorum. bayrağın orjinal rengi neydi, şekli nasıldı bilmiyorum. şimdi soluk bir mor olmuş. ortadan aşağısı parçalanmış iki üç parmak kalınlığında bir tutam bezle direğe bağlanmış. perişan vaziyette. acaba geçen kış mı yoksa ondan önceki kışta mı bu hale geldi? belki de son günlerdeki dolulu, fırtınalı yağmurlar ve lodoslardan sonra böyle oldu. yavaş yavaş mı birden mi oldu? hepsi muamma şimdi. düşününce ruhumuz ve bedenimizin şu solup parçalanan bayraktan farkı yok. günler geçtikçe, büyük şehir keşmekeşine iyiden iyiye gömüldükçe, daha kötüsü alıştıkça!
.
sürüm: geçmiş gün. çok sevdiğim birine; ”tanıdığım sen ile yazdıklarındaki sen aynı değil, iki farklı kişi sanki?” dedim.
cevabı ; “ sen de öylesin?” oldu.
düşündüm. haklıydı. haklıydım. o yazarken kendi dışını, çevresindekileri, yaşadıklarını anlatıyordu. bense içimi yazıyordum daha çok. yazarken ve yaşarken iki farklı kişi gibi görünüyorduk belki ama ikisi de bizdik. sadece duruma göre ya web sürümü ya da mobil sürümü oluyorduk!
.
ekim: mevsimlerin de biyolojik saati şaştı. ekim on beş oldu ben hala ofis klimasının soğuk ayarlarıyla oynuyorum. oysa askerde ekim on beşte parka giyerdik, ekim bir oldu mu işe uzun kollularla giderdik. hepsinden mühimi, parmak uçlarım ekimin sabah-akşam serinliğinde buz kesilir, tarihi roma rakamlarına dönüşürdü. ama ve hala ellerim sıcak, kısa kollu gömleklerle işe geliyor, klimayı kapatana muhtıra veriyorum. bir punduna getirip denize girme hayalleri falan kuruyorum. çünkü artık; eski ekimler yok. eski sonbaharlar. eski insanlar. eski sen. eski ben. azar azar kayboluyoruz..
.
notlar: dün internette dolaşırken bir vesileyle ve yine dostoyevski’nin yeraltından notları’na denk geldim. henüz okumadım. okunacaklar arasında on dördüncü sıraya koymak üzere siparişi verdim. sonra iptal ettim. zira bekleyen diğer on üç kitap da aynı yoldan geçtiği için en azından yarısı bitene kadar, kitap almayı erteledim. o zamana kadar bir bankanın eşantiyon kağıtlarına karaladığım notlarım, bana yeter!
.
pilav: yemek dışarıdan geliyor bizim şirkete. çok şükür on yıldır zehirlenen olmadı. lakin suyundan mı yağından mı bilinmez pirinç pilavı mideme fena dokunuyor. o yüzden pilav günlerinde “müyesser hanıma bana dokunuyor verme” diyorum. lakin kuru veya nohutlu, turşulu, ayranlı günler hariç. az pilav üstüne kuru koyduruyorum. sonra..
sonrası iki şişe soda içmeme rağmen altı metre kare ofiste bir sağa bir sola dolanıyorum.
ama müyesser hanım gelsin bu sefer söyleyeceğim; “ben istesem de patlsam da çatlasam da o pilavı bir daha koymayacaksın tabağıma.” hatta iki şahit huzurunda diyeceğim ki bağlayıcılığı olsun. evet.
.