çayı demleyeli yirmi dakika oldu. belki de yarım saat. gidip almadım. hayır, üşenmekten değil. insan en sevdiği içeceğe, en büyük keyfine üşenir mi? ben de üşenmedim. ama gidip de almadım işte. sırt üstü uzanmış, parmak uçlarımdaki japon yapıştırıcıları yolmaya çalışıyordum. bir yandan da yüzüme yüzüme vuran vantilatörün sahte serinliğine kanıp derin dehlizlerde düşüncelerimi gezdiriyordum. ama gidip de o lanet çayı almıyordum. belki de abartıyordum. belli ki, içimde çöreklenip kaynayan ve vakti gelince de yok olan onca sebepsiz sıkıntıdan biriydi. ama işte sebebini bilseydim. belki biliyordum da görmezden geliyordum. lakin bilemiyordum işte. bildiğim, hissettiklerim. sanki, aralıksız ve üst üste otuz iki ahmet kaya şarkısı dinlemiş gibiydim. tam iki saat, yirmi sekiz dakika. ner'den biliyordum? çünkü telefonumda kayıtlıydı. ama dinlemedim. direndim. dün öğleden sonra üç gibi ve boğulacakmış gibi. nefes alsam veremeyecek, versem tekrar alamayacakmış gibi. bir, iki, üç değil dört duvarın hepsi birden üstüme geldi. cüneyt arkın’lı filmlerden aparma bir haykırışla; “tek tek gelin bre soysuzlar” dedim. kime söylüyordum. duvar olup duymazdan geldiler. iyice köşeye sıkıştırdılar. nefes alamaz gibiydim. yine de düşündüm, film şeridi gibi akan zaman diliminde. acil çıkış butonu çok uzaktaydı. balkon ve kınalıada kesmezdi. kestirmeden ve son bir gayret, semtin parkına koştum. yamuk bir daire şeklindeki küçük parkımız her hafta sonu olduğu gibi yine istiap haddini aşmıştı. pervane böcekleri gibi öbek öbek kâh yürüyüp kâh koşan saadet çemberine giremezdim. sahil paklardı beni ama o da çok deniz aşırı gözüktü gözüme. heyula gibi çirkin ve gri binaların ardında kendi kalabilmiş tek katlı, küçük de olsa bahçeli evlere sahip arka mahallenin tenha sokaklarında yürüdüm ben de. seri ve sert adımlarla. durmadan akan gümüş dere gibi. soldan sağa ve yukarıdan aşağı arşınladım. tıpkı bir bulmacayı doldurur gibi ayak izlerimi bıraktım her bir karesine. sokakların birinde çukur dizisinin set ekibini taşıyan minibüsü gördüğüm an bir şey fark ettim. ya da o an bir düşünce uyandı zihnimde. yoksa, diziymiş, çukurmuş, yokuşmuş sebep ya da aksesuardı sadece. as'lolan benim yıllardır bu bulmacanın içinde olduğumdu. yahut bir 'çukur'un içinde çırpındığımdı. ve cevap verilmesi gereken bir soru daha vardı; bulmaca mı zordu yoksa ben mi çözmek istemiyordum? bunca senedir niye hep yürüdüğüm, yazdığım, çizdiğim kareleri tekrar ediyordum. niçin yeni ve hiç dokunulmamış karelere adım atmıyordum?
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...
eternal sunshine of the spotless mind (2004)
-
mevsim kış. önümüz yılbaşı. onun ardı sevgililer günü malum. netflix mi çok
inceci, yoksa ben mi çok komplo teoriciyim? bilemedim. elimi dokunduğum
yerde y...