bazen gerçekten, ciddi ciddi düşünüyorum. onca yıldır ve özellikle son 5 yıldır böyle harala gürele, çalakalem ve üstelik ipe sapa gelmez biçimde yazmak neye yarıyor? daha açık olayım; neyime iyi geliyor?
düşündüm. pek bir şey bulamadım, arabasız işe geldiğim günler, lanet istanbul trafiğini daha az hissetmekten başka neye yarıyor?
sonuçta üç gün üst üste dolmuşta teker üstüne düşme potansiyeli olan bir insanım. misal bugün üçüncü gün ve yine bir dolmuşun teker üstünden yazıyorum işbu talihsiz satırları. hem sadece teker üstü değil meselem. çünkü ve zira, markette yazarkasanın yahut kredi kartı cihazının kağıdı hep sıra bana geldiğinde biter. vapuru ya da otobüsü son saniye kaçırmalarım yakaladıklarıma üç haneli fark atar. devlet dairesinde hakeza sıra bana geldiğinde memurun da çişi gelir yahut müdürü çağırır. bence insanların şans eğrisi diye bir şey var. o nasıl bir şey diye soran olursa. açıkçası bilmiyorum. şimdi uydurdum. ama çan eğrisi gibi bir şey olabilir. ne bileyim? çok söyledim. ben her şeyi bilemem bayım. kabiliyetlerim çünkü çok sınırlı.
ama ve demem o ki; hani bir şeyi ters giderse insanın peşi sıra bütün her şey ters gider ya. işte öyle bir şey bu hayattaki şans eğrisi. iyi giderse de iyi gidiyor işte. para parayı çeker deyişi boşuna söylenmedi. ama ve tabi her şey maddiyat değil. bu yüzden mayasında aşk yoksa insanın aşk meşk işlerini beceremiyorum diye yakınmasına, ortalıkta gezinmesine gerek yoktur. hayır! bunu birilerini değil bizatihi kendimi hedef alarak söylüyorum. kendi kendimi on ikiden vurmakta üzerime yoktur zira. oysa askerde, atış taliminde beş yüz kişilik bölükte beş yüzüncüydüm. hem nasıldı o laf? keser evet. nalıncı keseri gibiydim. lakin bir harfle kaybediyordum her şeyi. tıpkı 96 yılbaşısında büyük ikramiyeyi bir numarayla kaybettiğim gibi. keser diyordum evet. ama kendime değil kendimi yontuyordum doğduğumdan günden beri. misal dün akşam üstü iş yerinde çok sıkıldım. aslında son bir kaç aydır akşamüstleri çok sıkılıyorum. dün de iş de aşırı sıkılınca radyo frekansını ankara üniversitesi’nden alaturka’ya çevirdim. cihangir hanım’dan bir demli çay daha istedim. peşinden de hayat eğrimi çizmeye kalktım. doğumdan bugüne köşe taşlarını, önemli satır başlarımı, mihenk yaşlarımı anımsamaya çalıştım. hani şöyle esaslı bir hikaye yazmak istesem hangisi öne çıkardı diye düşündüm. lakin değil esas adam, yardımcı eleman olabilecek bir hikaye bile barındırmadığımı kahrolarak gözlemledim. matematikte sıfırın bile yutan eleman fonksiyonu vardı. benim hiç bir şeyim yoktu. çünkü hep figüran olmuşum başkalarının hikayesinde. misal daha beş yaşımda; doğan biraderimin ardında kalmışım, kapı eşiğinden mutlu aile tablosuna bakarak.
.
on birimde; ki esaslı tek hikayem. onda da baş kahraman hala kızım feride'ydi. iki çocuklu artist sinan’a kaçmıştı, bıçak gibi keskin, soğuk bir kasım akşamında. bu olayla birlikte iki sene sonra sigaraya başlayan, yanmayan sobada ellerini uzatmış ısınmaya çalışan babam, “feridee, feridee” diye böğürüp mahalleyi inleten ablam ve otoritesi elli metre uzaktan hissedilen büyük eniştem. nam-ı diğer çerkez hamdi. hepsi hikayenin as karakterleriydi. bir ayılıp bir bayılan annem keza. sonra ve sanki evde cenaze varmış gibi bize tabak tabak yemek taşıyan yan komşumuz refika teyze. mahallenin delisi sadık ve hatta o karmaşada sadık’a saldıran mahallenin kedileri bile başroldeydi. ama ben yoktum. çünkü öksürüğünü duyar duymaz çerkez hamdi’den korkuma üst kattaki hafız’lara kaçmıştım. olaylar sıradan, orta halliden hallice bir kenar mahalle evinde nasıl cereyan etmesi gerekiyorsa öyle akıp gitmiş ve yalancı bir mutlulukla bitmişti. küçük eniştem feride ile barıştı. artist sinan’la evlenildi. bir sene sonra da hiç kimsenin tesiri ve baskısı altında kalmadan boşanıldı.
.
on beş yaşımda; annemin bin bir zahmetle ördüğü, ela gözlerine meftun olduğum sınıf arkadaşım ayşe’nin hayran kaldığı yeşil kazağımı çaldılar. orada bile sazı annem eline aldı. tefi rahmetli babam çaldı. faydasız biraderim bile benden rol çaldı. hem kazağımdan, hem hikayemden oldum. ne kazak, ne de hırsızlar bulundu.
.
on yedimde; tersane işçisi oldum. ağır geldi işçilik.
on dokuzumda; üniversiteyi kazanmak zorunda kaldım. baş şehire gittim. denizsiz şehri sevemedim. önce izmir dokuz eylül’e bir yıl sonra da istanbul’a yatay geçiş yaptım. hem okudum hem çalıştım. hiç bir şey olamıyorsam muhasebeci olurum dedim. galata’da bir muhasebe bürosunda çalıştım iki sene. ama bahtıma insan kaynakları düştü demir turnikeli, çok katlı bir plaza şirketinde.
.
şimdi işte geniş ve yüksek pencereli bir odada insandan çok kuşları izleyerek ve emekliliğimi özleyerek geçiyor dokuz altı mesailerim. işe gidiyorum. eve dönüyorum. iş çıkışı teker üstünde, olmayan hikayeler yazıyorum. hikmet benol* gibi her yazdığım satırı bunu niye yazdım ki şimdi diye kendime kızıyorum. lakin yazmaktan da geri kalmıyorum. bu bir çelişki midir? ya da değilse nedir? bilmiyorum. söylemiştim! ben her şeyi bilemem bayım..
.