özgürlük - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

özgürlük


çok kahrımı çekti. yaz demeden, kış demeden, yağmur çamur dinlemeden kimseye anlatmadığım onlarca derdimi yalnız o dinledi. içmeyi bir türlü beceremediğim sigaranın dumanına sadece o katlandı. etrafımda kimse kalmadığında bir tek o teselli etti beni. yoluma yoldaş, kışıma yorgan oldu. şimdi işte bir bayram sabahında, tam iki yıl sonra özgürlük parkındayım. hiç bir yere sığamadığım, gidecek bir yer bulamadığım yapış yapış istanbul ağustosunda yine o kucak açtı. pek çok şey gibi burası da değişmiş. öyle ya; değişmeyen tek şey değişimdi. hayatın bizatihi kendisi değişmekti. yıldan aya, haftadan güne, saatten dakikaya, saniyeden saliseye. her şey çok çabuk değişiyor. bir saniye önceki benle sonraki ben bir olmuyoruz.
.

marmaray’a ilk kez bugün bindim. tavandaki mekanik ses göztepe dediğinde irkildim. çünkü iki çok mühim anım vardı bu istasyonla ilgili. anonsu duyar duymaz huysuz bir kısrak gibi kıpırdandım oturduğum yerde. telaşlandığımı gören yanımdaki abi; “göztepe” dedi. değişikliklerden mi yoksa anılarımdaki silik izlerden mi bilmiyorum kıpraşmaya devam ettim. bunu gören abi “göztepe göztepe” diye ikiledi. “eski istasyon mu?” diye sordum. 
evet” dedi. oysa hiç bir şey eskisi gibi değildi artık. bunu ikimizde biliyorduk. gözlerimden ikna olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki bu kez; “bana sor sen. göztepe eski istasyon burası” dedi. uzatmadım. feneryolu’nda indim. eyüppaşa sokağı’na girdim. yolun kenarından ve gölgeden yürüdüm. olanları düşündüm. burada geçen 15 yılımı. hayatımı. ne yaptığımı. bundan sonra ne yapacağımı. işyerindeki mühim analiz toplantılarda olduğu gibi bir sonuca varamadan dağıldım.
.

mekanın tek kafesine yöneldim. suyun kenarında en güzel yerler çoktan tutulmuştu. ortada, etrafı sakin bir masaya oturdum. 66 numara. bu numaradan iyi bir hikaye çıkar aslında diye düşündüm. düşündüğümle kaldım. masama bir tırtıl düştü. davetsiz misafir hoş gelmişti. ama yalnız değildi. etraf tırtıl ordusuyla doluydu. garsona sordum. “bu sene böyle oldu abi” dedi. sonra çay söyledim elindeki menüyü masaya bırakmasına fırsat vermeden.
.

kafeden, kalabalığından çabuk sıkıldım. ucuz amerikan filmlerinden aparma bir hareketle çay ücretinin biraz fazlasını masaya bırakıp çıktım. eskiden parka yürüyerek gidip geldiğim evimin yolunu tuhaf hislerle izledim. kısa bir tereddütten sonra bu kez minibüs caddesine yöneldim. mustafa mazhar bey’de yine gölgeden yürürken, güzel esen, temiz bir pastane gördüm. üstelik köşedeki masası da boştu. yola hakimdi. rüzgarı ağustos normallerinin üstündeydi. diğer kafelerin aksine masalar arasında yirmibin fersah vardı. insanlar dip dibe oturmak zorunda değildi. en çok bu özelliğini sevdim. hem su böreği de fena değildi. ama benim için en önemli kriter olan çayı çok güzeldi. ikinci çayı bile..