yaşamak * - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

yaşamak *

istanbul 2018. karnım tok. sırtım pek! öyle ki ilk yazdan rol çalan ilkbahar güneşi ensemden belime tüm bölgeye şefkatli sıcağı ile adeta masaj yapıyor. mutlu olmak için tüm şartlar mevcut gibi. ama canım sıkılıyor sevgili viktor.

bir açık hava kahvesinde kırk yıllık dostlarım hafız ve fiko’yu bekliyorum. en olumsuz durumda bile neşesinden ödün vermeyen hafız’ın daha kafenin girişinden hatta otuz metre öteden seslenmesini düşünüyorum. gülüyorum kendi kendime. arada heybetlenen rüzgarın ve şehrin uğultusu arasından bu tanıdık temaşayı arıyor şimdi kulağım.

yaklaşık kırkbeş dakika oldu geleli. onlar gelmediler daha. ama bu onların kabahati değil. benim tezcanlılığım ve gereğinden fazla planlı olmam. kıtalararası yolculuğu da hesap ederek bir saat erken geldim. on beş dakikaları var daha. etraf sakin. şehrin bir kısmı işe gitmiş. işe gitmeyenler de biraz daha fazla uyumak istemiş sanki. ortalıkta pervane gibi dönen garsonların sayısı şimdilik müşterilerden daha fazla. belli bölgeler hariç sokaklar da nispeten sakin. ama ve lakin açık alan sayısı az. daha kötüsü bulutları ve güneşi görebildiğimiz ‘göğe bakma duraklarının’ sayısı her geçen gün azalıyor. betonlaşan şehir  ve yapaylaşan hayat can sıkıyor. misal az önce yanımda hayli canlı ve taptaze duran çiçeğe elimi attığımda tattığım, plastiğe bulanmış aldanmışlık duygusunun tarifi yok.



başrolünde bir kadının oynadığı bir cinayet filmi vardı. ama şimdi ismini hatırlamıyorum. bu filmde cinayet işleniyordu önce. bir süre sonra da film cinayetin en başına sarıyor ve aynı olaylar farklı sahnelerde kendini tekrar edip duruyordu. işte o filmin başrolündeki kadının düştüğü duruma benzetiyorum bazen hayatımızı. gerçeklikten uzak ama ışık hızında, illüzyona tutulmuş gibi tekrarlanan bu teknoloji, hız ve çılgın tüketim dünyasında farklı şeyleri yaptığımızı zannederek yaşıyoruz. ama ve aslında “dünyayı yönetenler” bize sayısız ‘can hakkı’ tanımışlar da farkında değiliz gibime geliyor. yandıkça ve öldükçe aslında aynı döngüsel işleri yaptığımızı bilmeden maddi ve manevi bütün imkanlarımızla bu ‘yeni şeyleri’ tüketiyoruz. selfiliyoruz. layklıyoruz. bir kaç yüz karaktere bu cihanda ben de varım diye şakıyoruz. 60 ay taksitle en son model arabaların sahibi oluyoruz. taksit sayısı 240 olunca venedik’i, paris’i istanbul’a getiriyorlar zaten. sineması, avm’si, okulu, marketi, yağmur ormanları falan hepsi dahil. afrika hariç!
az kaldı 1245 taksite cenneti de vaad edecekler.
şaşırmayacağım. 
ama o zamana kadar gri’ler yeşile hep galebe çalacak. üçten bire indirdikleri sit alanları kalmayacak. o vakitler korkarım ki; yeşil de kalmayacak. mavi de. beyazın kaderini zaten yıllar evvel özdemir asaf ifşa etmişti. çöl kırmızısı bizim değilse bile çocuklarımızın olmadı onların çocuklarının kaderi olacak.
ezcümle bu yüksek yüksek binalar beni korkutuyor. çok korkutuyor canım viktor. 
hayır, yükseklikleri yahut deprem değil beni ürküten. eskisi gibi gökyüzünü, özgür kuşları görememek sıkıyor canımı. 
önceden hani gemlik’i geçince denizi görüyorduk. göğe bakma duraklarımız vardı. ne bileyim, gözlerimiz kapalı, huzur içinde istanbul’u falan dinliyorduk!
hepsi uçtu gitti.
bir tek hayallerimiz kaldı diyordum elimizde. ama ve şimdi klasik müzik altına yerleştirdikleri, en ikna edici, en psikolojik pazarlama piçlikleriyle hayallerimize de dadandılar. istediğimiz hayalden başlamak artık serbest değil canım viktor. sağımız, solumuz, önümüz ve arkamız hep subliminal mesaj. okuduğumuz haberler hatta dinlediğimiz şarkılar bile masum değil artık. 

los lunes al sol (güneşli pazartesiler) filminin en sevdiğim sahnesi; santa’nın (javier bardem) küçük çocuğa ağustos böceği ile karıncanın hikayesini okuduğu bölümdü. 
isyan ediyordu santa. “kim yazdı bunu. çünkü mevzunun aslı böyle değil” diye haykırıyordu.
işte ben de santa gibi bağırmak istiyordum.
itiraz etmek istiyordum. salt maddeye, paraya ve güce dayalı bu yen dünya düzenini kim yazdı? mevzunun aslı böyle değil demek istiyordum. lakin olmuyordu. sesimi değil başkasına kendime bile duyuramadığım dehşet bir karabasanın içine uyanıyordum her seferinde. 

sonra işte derinlerden hafız’ın neşeli sesini işittim. bir adada mahsur kalmış kazazade gibi iki kolunu çaprazlama, sağa sola sallayarak adımı bütün kafeteryaya ezberletirken gördüm onu.
.
* cahit zarifoğlu - yaşamak s:76
.