hani o çok merak ettiğin halde bir türlü gelemediğin varoş cafe'de bu öğlen buluşmuş olsaydık. ve alacaklı gibi kurulsaydık güneşin karşısına. hayat en azından bunu borçlu bize deseydik. hatta daha da ileri gidip dünyanın en güzel güneşlenme mekanı burasıdır diye hemfikir olsaydık kahvelerimizi beklerken. ciddi şeyler yerine, önemsiz görünen sıradan şeylerden konuşsaydık. sonra seni cafenin hem sahibi hem garsonu olan zor beyle tanıştırsaydım. sen de bana yazılarında anlattığın gibi biri değil bu adamcağız deseydin. beni açıklama yapmak zorunda bıraksaydın. ikna olmadığın halde ikna olmuş gibi gülümseseydin. ben ikna olmadığını bildiğim halde o gülüşe kansaydım. ve bu güzel gülüşün şerefine rastgele bir şarkı açmış olsaydım. o şarkı gülay'ın beni verme ellere şarkısı olsaydı. şarkıyı çok ama çok sevseydin. onüç defa üst üste dinleseydik. sonra cafeye gelen ve her hallerinden aylardır belki de yıllardır görüşmediği belli iki eski dostun samimi kucaklaşmaları içimizi ısıtmış olsaydı. bu iki güzel insanın gıyabında iki kelam etseydik. ve hemen akabinde, güneşin ruhumuzun en karanlık bölgelerine nüfuz ettiği, bedenimizde şenlikler düzenlediği dakikalarda öğle paydosumun bitmesini üzüntüyle karşılasaydık. anlık karar verip öğle sonrası için işe dönmekten vazgeçseydim. hatta çantamı almaya bile gitmeseydim. hem şaşkın, hem mutlu eee şimdi ne yapacağız diye sorsaydın? her sabah, her akşam bir saat on beş dakikalık azap yolumu sayende cennet yolu yapacağım deseydim. sen yine dünyanın en güzel jestiyle bana gülseydin. ben sana bir kez daha aşık olsaydım. ne güzel olurdu?
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...
eternal sunshine of the spotless mind (2004)
-
mevsim kış. önümüz yılbaşı. onun ardı sevgililer günü malum. netflix mi çok
inceci, yoksa ben mi çok komplo teoriciyim? bilemedim. elimi dokunduğum
yerde y...