1980 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

1980

kafamdan senaryolar yazıyorum içinde bulunduğum anlara dair. sonra manasız ve yararsız bulup kocaman ve hayali bir silgiyle siliyorum bu hikayeleri. hani hikaye dediğime bakmayın;  'sabah yine geç kaldım. ama iyi oldu. geç kalmasaydım o masum güzeli göremeyecektim. işyerinde bozulan yemekler, patronun bitmeyen kibri, soğuyan havalar, gelmesiyle gitmesi bir olan eylül' gibi sıradan ve basit haller işte.


az önce kafamda, bir tutam ardışık hikayeyi daha silip gözlerimi kapadım. uykum var gibi ama uyuyamam biliyorum. zaten midem bulandı. teker üstüne denk gelmişim minibüste. açmadım gözlerimi. orhan veli'ye özendim biraz dışardan gelen sesleri dinledim gözlerim kapalı. ses demişken müziği açmayı unutmuşum. açtım. sezen 1980'i söylüyordu. ahh sezen!! ahh anılar.
hem midem bulanıyor, hem zihnim dumanlanıyordu. 
çaresiz, pencereden içeri dolan rüzgarın da vehmiyle çocukluğuma, seksenlere uzun atlama yaptım. 

seksenlerde çocuk olanlar bilir. bilmeyenler de bir zahmet ekşi sözlüğe baksın. otobüste, troleybüste mide bulantılarım hep çocukluğuma dayanır. en çokta şehirlerarası yolculuklarda. ama rahmetli babam çaresini bulmuştu. eski, çok eski demir beş liraların büyüklüğünde (bilmeyenler yine ve lütfen ekşi sözlüğe yahut güvendikleri bir internet ansiklopedisine baksın) beyaz yuvarlak kutuların içinde, yine beyaz küçük haplar vardı mide bulantısına iyi gelen. hapı diyorum daha küçük yaşta yutmuştuk. belki de şekerdi. bilmiyorum. benim bulantıma iyi geliyordu. bir de boğaz köprüsü. bu uzun yolculuğun en sevdiğim yanıydı. sadece köye gidilen yolculuklarda görebiliyordum. aklımın almadığı muhteşem bir şeydi. 
şanslıydım. her yaz köye giderdik çünkü! hem göremeyen arkadaşlarım vardı. hoş benim de göremediğim şeyler vardı. özlem mesela. sınıfta üç sıra geride ve çaprazda oturunca arkaya dönmek için sebep bulmak zor oluyordu her seferinde. rüyalarımda görmek istiyorum her gece yatmadan onu düşünüyordum. ama göremiyordum. oysa hafız benim gibi yaptığını ve gün aşırı gördüğünü söylüyordu. fiko'ya sordum. "ben de göremiyorum" dedi. bir gün hafızı sıkıştırdık yemin billah etti. inanmadık. abisi fikoyla birlik olup dövdük herzeyi. biz göremiyorsak o da görememeliydi. yıllar sonra itiraf etti. bir kez görmüş daha da görememiş.

o vakitler şimdiki gibi pazar günlerinden nefret etmez, bilakis severdim. zira pazar günlerinin en sevimli hali; ertesi gün okulda sınıfın hatta -toplam on sınıflı- okulun en güzelini görecek olmamızdı. başta bizim üçlü tayfa olmak üzere nerdeyse tüm sınıfın aşık olduğu. tüm sınıf derken erkekleri kastediyorum elbet. hem aşk değil de başka bir şeydi bu. öyle şimdikiler gibi fırlama değildik biz. her boku da bilmezdik ayrıca. bir hoşlaşma, bir iç gıcırdaması diyelim. çıkma, inme, flört fritöz yoktu daha o zaman. işte özlem bu sınıfın pırlantası idi. biz de ağır işçileri ümit yaşar oğuzcan misali. her gün, 24 saat onu düşünürdük. ama camp nou'da barcelona karşısına çıkmış ümitsiz alt sıra takımı gibi olduğumuzdan üçümüzün de aynı kızı sevmesini pek dert etmezdik. sınıf farkı vardı bi'kere aramızda! özel okul furyası olmadığı için daha o vakitler, zengin ve yoksul aynı okullardaydık. en güzel olmasının yanısıra sınıfın en bakımlısı, en güzel defter, kalem ve silgilerinin sahibi. ha allah'ı var şimdi kalemtraşı da çok güzeldi. yalan yok. neticede özlem bir bey kızı, biz barış ağbi'nin osman'ı. özlem ay parçası bizler birer deli oğlan.  özlem de güzel kızdı hani. şimdi ne yapar ne eder bilmem. ben unutmadım. o bizi unuttu mu bilmem.

ingiliz süt kupası vardı bi'de o zamanlar unutmadığım, pazar akşamlarımı anlamlı kılan. niye bu kadar steril isim verdiklerini anlayamadığım. hala da bilmem anlamını. ama sıkı maçlar olurdu. alan kennedy, keny daglish, ian rush. liverpool, nottingham forest... güzel adamlar, iyi takımlardı. kışın olurdu sanki bu maçlar hep. bir de hiç sevmediğim artistik patinaj vardı o kış dönemleri. oraya girmek istemiyorum ama. sadece katerina witt'i iyi bilirim o günlerden. bir de sobada portakal kabukları, çok güzel kokarlardı.
.