develerle yaşıyorum* - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

develerle yaşıyorum*

çok acayip bir üç gün yaşıyorum. ne olduğunu kendime dahi açıklayamıyorum. çünkü bilmiyorum. herhangi bir literatürde adı var mı? onu da bilmiyorum. bildiğim; hiç iyi bir şey olmadığı.
böyle durumlarda olağan şüphelim dolunaydır. bizim dombiliye yine bir şeyler oldu da acaba o olan şey de bana mı tesir ediyor diye işkillenirim. aslında yakın zamana kadar hiç inanmazdım böyle şeylere. hâlâ da inanmam. ama juno'ya güvenirim. yine bir koşu juno'ya baktım bu sabah. olay bugün başlıyormuş. ama ben de üç gün önce başladı. üstelik dolunay da değilmiş. jüpiterle retro merküre bi'şey yapacakmış falan. anlamadım! işimin başına döndüm. ama çalışamadım.
sabahtan akşama kadar bir sürü kuş fotoğrafı çektim. çoğu iyi çıkmadı. çok yüksekten, olabildiğince özgür uçuyorlar çünkü. kıskandım yine onları. canım sıkıldı. radyo kanalını değiştirdim. radyo voyage çalıyordu. ama benim daha sert bir şeye ihtiyacım vardı. radyo ekseni açtım. o sırada diğerlerine göre daha alçaktan uçan bir kuş sürüsü gördüm. hemen telefonu aradı ellerim. aceleyle telefonu alırken sabahtan beri liseli aşıklar gibi bakıştığımız ama bir halt etmediğim evrakların üzerine çayı döktüm. "hay senin gelmişine geçmişine"  diye oldukça sinirli ve sesli söverken boş bardakları almaya gelen görevli kadın geri kaçtı. kuşlar da kadrajdan kaçtı. arkasından seslendim. "dilruba hanım gelin. bir bezle şu masayı silin lütfen" dedim. az önceki tedirginliğini yüzünden hiç indirmeden titrek bir sesle "hemen mithad bey" diyerek tiryakinin olmazsa olmazı çakmağı çıkarır gibi cebinden sarı bir patiska çıkardı. masayı hızlıca sildi. çok da mühim olmayan evrakları kurusun diye kaloriferin üzerine bıraktı. daha üç dakika dolmadan masa son iki aydır görmediği temizlik ve düzene kavuştu. 
ama içim, meydan muharabesinden çıkmış bir şehir gibiydi. sıkıntım, huysuzluğum, anlamsız boşluğum yerli yerinde duruyordu. işe yaramayacağını bile bile bir sebep aradım. pencerenin kenarında kuşlara bakarken acaba yine aynı girdaba mı düşüyorum dedim kendi kendime. bu hapsedilmişlik duygusu, dokuz-altı yollarındaki tek düzelik, insanların iğne deliği kadar menfaatleri için yaptıkları cambazlıkları görmek, paranın genişlettiği kibir baloncuklarını patlatamamak.. özgürlük sosuna bulanmış aylaklık serabı mı görüyordum yine? 
bunları düşünürken dün akşam takriben yüzseksensekizinci kez okuduğun pessoa satırları yetişti imdadıma; "ansızın özgür kalsak bu sefer de yepyeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten."
ki bu durumun en canlı şahidi yine kendimdim. geçen bir senemi bir allah, bir ben bilirim.
o yüzden bu "özgürlük safsatasını" çabucak sildim zihnimden. kuşlara da bakmadım. aşağıya, az ötede, henüz öğlenin ikisinde akmayan otoban trafiğinde, her türlü metalik rengin içinde ve cinnetin eşiğinde olan insanlara baktım. halime şükrettim.