hani kafka bir gecede yatalak bir böceğe
dönüştürmüştü ya gregor samsa'yı. gerçi emin değilim belki de samsa bunu bile
isteye yapmıştır kendine. neyse işte ben de samsagillerden hissediyorum kendimi
bu son günlerde. ama ve lakin benimki bir gecelik olay değil. aylar, yıllar
süren bir döngü . ben kendime yapıyorum ne yapıyorsam. yaşam koçları
farkındalık diyorlarmış buna. ama ne fayda. her geçen gün bir beş dakika daha
geç uyanıyorum ve geç gidiyorum işe. ayda bir olan mazeret iznimi kimselere
sormadan ikiye çıkardım. toplantıları havadan sudan bahanelerle iptal ediyorum.
blogdan başka sosyal medya aracı tanımazken bildiğim bilmediğim tüm beyin
uyuşturan medya araçlarının tepesindeyim şimdi bir çocuk gibi. iş harici ne
olursa yapıyorum. dosyalar dağ oldu ofiste. bildiğin çalışmıyorum. güneşli
pazartesiler filmini hayâl ediyorum güneşi gördüğüm her an. kapalı havalarda
ise aylak adam olup kadıköy'ün tüm sokak ve sinemalarını dolaşıyorum.
hayalimde tabi hep.
.
dün sabah gerçekten kötüydüm. mary lue'ya " işe
gitmesem olmaz mı bugün" diye sordum? tutumlu kadındır mary lue,
israfı hiç sevmez. sanırım bu yüzden tek kelime etti. " gitmelisin."
.
gitmedim.
.
daha doğrusu gidemedim. kalkamadım yerimden. o
kadar ağırdım ki, kol ve bacaklarımı kımıldatamıyordum. kafamı zaten
hissetmiyordum. 118 sekseni ara bir ambulans göndersinler dedim acil. yan
odadaki mary lue bu mazeretime inanmak istemedi önce. lakin yüzüm gözüm ne
şekil olmuşsa artık çığlığı basıp frank dayıyı tam teçhizat karşıma diktiğinde
durumun benim sandığımdan da kötü olduğunu anladım.
.
frank dayı, iki dünya savaşı , on dokuz dünya
kupası, dört ihtilal görmüş kalender bir adamdı. babam gibi severim kendisini.
elinden her iş gelirdi. askerde sıhhiye imiş. asker dönüşü de baytarlık yapmış. önce
başımı tuttu. sonra da "parmağımı takip et evlat" dedi pavlov'un
itine emreder tonda. işaret parmağıyla daireler çiziyordu. bu mevsimde
nereden bulduysa bir kaç da yıldız serpiştirmişti sanki araya. viyık
viyık iğrenç sesler çıkaran lastik pompasıyla tansiyonumu ölçtü. başını
iki yana olumsuz ama ölümcül manada sallayarak cık cık cık etti. bu da
mary lue'nun hemen oracıkta bayılmasına yetti. zavallı kadın öleceğimi
hissetti sanırım.
fırsattan istifade ben de sordum hemen;
"frank dayı; hazır mary lue da bayılmışken bana rahatlıkla
söyleyebilirsin, ölecek miyim?"
"sen ne içtin lan pezevenk" demesiyle
osmanlı tokadını sol yanağıma gömmesi bir oldu. şiddetinin hızını kesmedi sözle
devam etti.
"utanmıyor musun koskocaman adam bizi
kandırmaya, şu kadının ne günahı var" diye yerdeki ısparta
halısını işaret ettiğinde mary lue'nun iki beyaz kanatla havalandığını ve bir
yandan da devlet hastanelerindeki hemşire gibi sus işareti yaptığını gördüm.
kafam karışmıştı. mary lue mu ölmüştü yoksa ben
mi?
peki frank dayı nereye gitmişti derken sorumun
cevabı iki metre ötemde piyade tüfeği ile bana nişan almış vicdanı ile cüzdanı
arasında sıkışmış biçimde bekliyordu.
çok fazla sürmedi ikilemi, frank dayı tetiğe
bastığında ter içinde uyandım.
saate baktım. dokuzu sekiz geçiyordu.
kendimi hiç iyi hissetmiyordum.
asistanımı aradım. sesimi de hafif kısarak ve
kısaltarak;
-"dilara hn. çok kötüyüm bugün.
gelemiyorum. bütün toplantıları iptal edelim lütfen"
-"tabiki de mithadbey. çok geçmiş olsun.
iyi günleerr.."
.cornucopia - circle of clowns
.