beş vakit - 7 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit - 7

sabah :
şair ne der bilmem ama bana sorarsan sevgilim; bu şehre en çok sonbahar yakışıyor. 
hem nasıl!  deniz, karaya vuran kimi hırçın kimi yumuşak dalgalarıyla ayrı, martılar serbest dalış ve çığlıklarıyla ayrı doğaçlama yapıyorlar. hava bulutlu, yer yer yağmurlu ve rüzgârlı. insanlar; uzun kollular, şemsiyeliler, deri ceketliler, yakası kalkık pardösülüler şeklinde kolonilere ayrılmış, koşturuyorlar etrafımda. 
yirmi ikinci sıra numarası ile girdiğim bekleme salonunun hemen dışında, açık alanda bekliyorum bizi karşıya götürecek olan deniz otobüsünü. biraz üşüyorum ama iyot kokusuna değer. yan banktaki kumral hatun bir sigara yaktı. dumanı boğdu beni. normalde kalkıp giderdim ama biraz tembelim. ve yosunla karışık iyot kokusuna muhtaç.  lanet sigarayı içmiyor da. sigara kendi kendini yiyor. ada diye bir kitap okuyor. kalkıp gitmedim ama iki göt sola kaydım. muhtemel üniversite öğrencisi başka bir kadın oturdu yanıma diet kolasıyla birlikte. bir kaç dakika sonra otobüsümüz iskeleye yanaştı. palas pandıras  kalktık hepimiz yerimizden ve fatih'in ordusu gibi demir kapıya yığıldık. kulağımda sadece göksel. hep göksel var. söylemiştim. çok seviyorum. birlikte cam kenarında bir yer bulduk. deniz masmavi. soğuk ve yer yer kaba dalgalı. dolayısı ile otobüs sallıyor biraz. yanımda genç bir çift var el ele diz dize. hayat onlara güzel. sağ çaprazımda kel bir adam kâh gazete okuyor kâh etrafı kesiyor benim gibi. göz göze geliyoruz. sonra gözlerimizi kaçırıyoruz suçlu. önümde  kırkbeşlerinde kısa, kızıl saçlı lacivert gözlüklü dominant bir hatun kafasına kadar kaldırdığı on sekiz puntoyla yazılmış el defterini okuyor. gayri ihtiyari değil taammüden baktım yazılanlara. arpa şehriyeli pilav ile peynirli börek tarifi. kafamı çevirdim hemen. çünkü peynirli böreği sevmem. hiç sevmem. ıspanaklı börek olsaydı. tarifi ezberlerdim anında. ama işte peynirliyi gördüm hiç bir şey kalmadı aklımda. hem zaten otobüsümüz de yenikapıya yanaşıyor. 

öğle:
yok, açmıyor telefonu. sabahtan beri yedinci arayışım bu. takriben de yirmi sekizinci çaldırışım. eski bir alışkanlık işte. şayet karşıdaki kim olursa olsun dört defada açmıyorsa telefonunu beşinci kez çaldırmam. huyum kurusun! cep telefonu kullanmayı sevmiyor. aslında kullanmasını beceremiyor. fakat aramızda kalsın böyle denmesinden hiç hoşlanmıyor annem. telsiz telefondan çok farkı yok aslında. yıllardır onu kullanıyor ama cep telefonunu istemiyor bir türlü. radyasyon varmış oğlum bunda diyor. hem rakamları da küçük, göremiyorum temelinde bir sürü bahane. telsiz telefonu da ağır diye yanında taşımıyor.  evde pek oturmaz. şimdi mutlaka ya bahçesindeki çiçek, böcek, zerzevatıyla konuşuyordur ya da kapı komşularıyla.
işin aslı benim  bu çırpınışlarım tamamen duygusal! zira  "alo geliyorum" demem yeterli en sevdiğim yemekleri yapması için. böyle de bencil ve menfaatçi bir adam olabiliyorum bazen. ama sadece bazen. 

ikindi :
bir insanın sol kulağı  niye çınlar ki mütemadiyen?  
şimdi hatırladım.
"sol kulağın çınlıyorsa eğer biri seni kötü anıyor " derdi anneannem rahmetli. sağ kulağın çınlıyorsa iyi anıyorlarmış. bugünlerde işte sol kulağım. çok sık çınlıyor.. 
ama ben.....

akşam :
 anneme geldim. yaprak dolması yapmış. ki dünyanın en güzel yaprak dolmasını benim annem yapar. yanında şahane ev turşusu. daha ne isterim. o hiç bir şey yemedi. beni izledi sadece. bir tabak dolusu dolmayı iki dakikada mideye nasıl hüplettiğimi izledi. arada "oğlum yavaş ye boğulacaksın" uyarılarını ihmal etmeden tabi. ana yüreği işte. oğlunun en sevdiğini yapmış. ama ayıla bayıla yerken bir şey olmasından korkuyor bir yandan. uyumu kaçırıyor diye akşamları çay içmem genelde. annem de televizyon izlemez.
bu akşam ne olduysa  "çay yapayım" dedi. 
"peki, yap da içelim" dedim. salonda oturuyoruz ben kitap okumaya çalışıyorum. o pek seyretmediği televizyonda bir program bellemiş.  evlerde şenlik mi varmış cümbüş mü varmış ney adı.unuttum şimdi. o da ne programı ne kanalı hatırlıyor. programın saatini ve sunucuyu biliyor bir tek.
."onu aç" dedi. 
"hangi kanal" dedim.
"bilmiyorum bas işte sen sırayla " dedi.
"anne 200 kanal var dedim".
arnavut inadı var annemde. "bas oğlum sen sırayla" diye üsteledi.
 neyse ki yedinci dokunuşta bulduk. o programına ve ben kitabıma dalmıştım ki. 
 çayın mis gibi kokusu gelmeye başladı. bir müddet sonra zaten sıkıldı annem tv'den. 
"sen istediğin kanalı aç ben çayı getireceğim" dedi ve mutfaga gitti....

yatsı:
şimdi güneye bakan ilk gençlik odamdayım. radyoda anlamını bilmediğim çok güzel şarkılar çalıyor. fransızca, ispanyolca, ingilizce. ama içli, duygulu şarkılar. penceremden caddeyi ve durmaksızın sağa sola hareket eden irili ufaklı araçları görmek mümkün. şehir ıslak ve gürültülü bu akşam. durmaksızın ve telaşla yağan yağmurun ağırlığı her yere sinmiş gibi. yarım saatlik yolu iki saatte aldım gelirken. hayır, şikayet etmedim.yine radyo dinledim. bazen haber, bazen şarkı. yanımdaki araçların içindeki insanları izledim yavaşladığımızda. ne yapıyorlar, benim gibi onlar da çok sıkılıyorlar mı bu hallerinden diye merak ediyordum çünkü. sigara içiyorlar en çok. telefonla konuşuyorlar sonra. şikayetçi gibi durmasalar da hepsinin terkedesi var bu şehri, yüzlerinden belli. hepimiz "küçük sahil kasabacısı"  büyükşehir insanlarıyız sonuçta. ama ve neyse ki şarkılar var hala. iyi ki şarkılar..
.

.