amour amour - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

amour amour

eskiler gök yarıldı derlerdi bu kadar sağanak yağdığında. bu gece daha büyük bir şey olmuştu sanki. dünya tersine dönmüş, okyanuslar başımızdan aşağıya dökülüyor gibiydi. hiç unutmam buna benzer bir yaz sağanağını 96 temmuzunda görmüştüm. bir 87 martındaki kış, bir de 96 temmuzundaki sağanak. hayatımın en güzel, en büyük doğa olayları. unutmuyorum çünkü a milli futbol takımı ilk defa avrupa şampiyonası finallerine katılmayı hak etmişti o yaz. ingilteredeydi finaller. fatih terim vardı. hakan şükür, sergen yalçın ve nizami bir golü ofsayt gerekçesi ile sayılmayan saffet sancaklı vardı bir de. saffet'i özellikle söyledim. çünkü sıfır çekmiştik ilk şampiyonamızda. sıfır puan, hiç gol. saffet'in golü sayılsaydı şayet turnuvadaki şeref sayımız olacak, kibirli ingilizlerin alayları karşısında bu kadar ezilmeyecek ve belki biz bodrum tatiline böyle hüzünlü başlamayacaktık. zira o yaz istanbul'u venedik yapan şiddetli yağmur yağdığında üç arkadaş bodrum'a gitme hazırlığı yapıyorduk. ilk kez bodrum milli olacaktık. çok heyecanlıydık. bıyıkları terleme çağımızı geçmiş, sakalların gürleşme evresini yaşıyorduk. üniversite o yaz bitmişti. abilerimizin anlattığına göre bodrum hurilerle dolu bir cennetti. üstelik din,dil,ırk ayrımı da yapılmıyordu. abiler bilhassa yabancı turistler hakkında oldukça malumatlandırmışlardı bizi. yalnız gaz ayarını o kadar çok açmışlardı ki;  bodrum otogarında çiçekler ve aloha nidalarıyla olmasa bile coşkun bir kalabalığın bizi karşılayacağını ümit etmiştik. euro96 dan sonraki ilk hayal kırıklığını orada yaşadık. bırak karşılamayı kimse yüzümüze bakmadı. sonuçta boylu poslu, civa gibi çocuklardık. üstelik okumuştuk. bir doktor, bir mühendis ve bir iktisatçı. en vasıfsızı bendim aralarında. türkçe matematik puanım istanbul iktisat'a yetmişti. türkçem iyiydi ama matematikte sorun vardı. hayatın cilvesi işte hayatımı sayısal bir işten kazanıyor, hobi olarak türkçe kelimelerle uğraşıyorum şimdi. 96 yazı diyordum. umduğumuz gibi olmasa da güzel bir yazdı. sağanaklı, hüzünlü, maceralı...
...
şiddetli yağmurun sesine uyandım. saate baktım beşti. pencereye baktım karanlıktı. üçte yatmıştım. çok uykum vardı. yağmurun sesini kendime ninni yaptım.  aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. uzaklardan gelen ezan sesiyle yeniden uyandım. dünyanın en güzel sabah ezanı olduğuna yemin edebilirdim. ama çok uykum vardı. ezan o kadar tatlıydı ki bir ara öldüm sandım. panikledim. kolumu çimdikledim. canım yandı. korkudan fazla sıkmışım. sonra tavandaki su lekesine baktım. yerinde duruyordu. derin bir ohh çektim. artık uyuyabilirdim. neden sonra göğsümün tam orta yerinde bir ağırlık ki anlatamam. ağlayamam. öküz oturmuş desem az gelir, fil çökmüş desem çok gelir. öyle ağır. en kabuslu gecelerimde yaşamadığım bir histi. kımıldayamıyordum. ölüm insanın hiç ummadığı, en rahat olduğu zamanda gelir derlerdi. doğruymuş. gözlerimi açtım. kırk yıllık ahir hayatımda görmediğim, insan desem insan değil,  melek desen daha önce hiç görmedim. her yanı ışıkla kaplı , ulvi bir varlık.  nasıl böyle sakindim ben de anlamıyorum. aynı sakinlikle ; "şimdi mi?" dedim. çok konuşkan değildi. başını bir kez evet dercesine öne eğdi. pencereye bir daha baktım. tan ağarmak, gün ışımak üzereydi. yağmur şiddetinden bir şey kaybetmemişti. son bir umut. koluma çimdik, tavandaki su lekesine bir bakış attım. hepsi zamanın ve yaşananların gerçekliğini doğruluyordu. ölenlerin son isteğinden hareketle; "hiç olmazda bir yarım saat müsaade etsen de parkta üç tur atsam. yağmurda koşmak nasıl muhteşem bir şey bilsen" dedim. başını olmaz manasında iki yana salladı, kolunda seiko 5 'e benzer zaman göstergesini işaret etti ve ilk kez konuştu. "vakit tamam" dedi. testere filmindeki sesten daha korkunç,boğuk ama kalın , otoriter bir sesle. "o zaman bari üzerime kalın bir şey alayım hava sağanak yağmurlu malum" dedim. ilk kez güldü. ama nuri alçoyla erol taş arasında. son derece alaycı bir gülüştü bu.  ve sonra "şaka mı yapıyorsun, gideceğin yerde ihtiyacın olmayacak böyle şeylere" dedi. ve ne ara nerden çıkardığını göremediğim kefene benzer beyaz bir örtüyü üzerime attı. mumya gibi sarılmıştım on beş saniye içinde. sonra duvardan duvara yer halısını alır gibi sağ koltuğunun arasına aldı beni. atatürk havalimanı'ndan amsterdam'a havalanan thy uçağı gibi havalandık ağır ağır. on üç yıllık evimi, balkonumu, kuşlarımı, sokağımı, mahallemi, kadıköy'ümü son kez görüyordum. her irtifa aldığımızda birini gözden kaybettim. kendim için değil de onlardan ayrıldığım için ağlıyordum. neyse ki yağmur yağıyordu ve ağladığım anlaşılmıyordu.
...
kendime geldiğimde yüksekçe bir yerden aşağıdaki kalabalığı izliyordum. müsamere salonu yahut bir orta öğretim kurumunun spor salonu gibi bir yerdi burası daha çok. ön tarafta, güneşi tam karşıdan gören yerde tiyatro sahnesine benzer ve yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde bir sahne. sahnede bir masa. masada beşiktaş bayrağına sarılı bir tabut. tabutun içinde ben olmalıydım. çünkü tabutun hemen önündeki çerçevede whatsapp'a üç gün önce yüklediğim fotoğrafım duruyordu. öz çekim değildi. fotoğraf makinasını kitaplığa koyduktan sonra zaman ayarlı olarak çekmiştim. çok da yakışıklı çıkmıştım bana kalırsa. eski karım beğenmemişti. ön dişlerin bir tuhaf çıkmış demişti. hep bir kusur bulurdu. ölmeden önceki son kusurum buydu o'na göre.
salonu anlatıyordum. tuhaf bir salon burası. açık hava salonu daha çok. yerler parke. ama ıslaktı. şimdi bulutların arasından sırıtan bir güneş mevcut olsa da yakın zamanda yağdığı belli olan yaz yağmuru zemini bayağı hırpalamış yer yer küçük göletler oluşturmuştu. iki tarafta basket potaları, doğu tarafında da protokol tribününe benzer 50-60 kişilik oturma alanları vardı. salonun kuzey ve güney yanları olabildiğince açıktı. uçsuz ve bucaksız.
aşağıda bir ölüm için yeterince kalabalık vardı. hepsi sahnenin önünde gelişigüzel toplanmış, ikişerli, üçerli, dörderli gruplar halinde bekliyorlardı. az sayıdaki dostlarımın hepsi gelmişlerdi. ama benim gözlerim her faninin yapacağı gibi eski aşklarımı aradı. hiç birini göremedim. hayatta olduğu gibi ölümümde de yalnız bırakmışlardı beni. olric,  maria  ve müjgan. ama onlara kızmıyorum. haklı mazeretleri vardır mutlaka. hem belki açık alanların birinde, uzaklardan güneş gözlükleri ve saçlarının yarısını kapatan siyah eşarpları ile takip ediyorlardır cenaze törenimi. hani filmlerdeki gibi. kim bilir?
 keşke diyorum hayattayken de onlara karşı böyle anlayışlı olabilseydim. şimdi belki de tabutun önünde eski karım ve üç güzel kızım yerine yasal karım  ve  üç erkek yahut iki kız bir erkek ya da bir kız iki erkek ama mutlaka üç çocuk duruyor olabilirdi. haksızlık etmek istemem eski karım güneş gözlüğü altında üzülmüş görünüyor. yine de kimsenin desteğini almadan ayakta durabildiğine göre çok da üzülmüş sayılmaz. sorun değil. bir erkek olarak ağlamayı severim. ama karşımda ağlayanları sevmem. o yüzden hafız'a vasiyet etmiştim. cenazemde kimse ağlamasın diye. hergele en başta kendi çocuk gibi, böğüre böğüre ağlıyor basket potasının dibinde. abisi fiko güya o'nu teselli ediyor. elinde çarşaf gibi mendille, kendi de salya sümük. sanki onlara vasiyet etmemişim gibi. ama iyi çocuklardır. aralarında bir yaş var. hafızla ben aynı yaştayız. fiko bizden bir yaş büyük ama ilk okula birlikte gittik. aynı kıza birlikte aşık olduk ilkokulda. aynı kız tarafından birlikte terk edildik. mahalleden geçen fenni sünnetçide birlikte sünnet olup birlikte etek giydik. şaka değil gerçek. pantolon ve pijama giyilmiyor çünkü ilk günlerde. orta ikide babamın işi nedeniyle ayrıldık. ben anadolu yakasına geçtim. onlar avrupa'da kaldı. ama kardeşliğimiz hep baki kaldı. artık onların kalbindeyim.
...
neden sonra kalabalıkta bir hareketlenme oldu. sahnenin önüne topladılar. sanırım bir konuşma olacak. ne kadar iyi bir insan olduğum anlatılacak. bu noktada mütevazı olmaya gerek yok çoğu insan gibi özünde ben de iyi bir insandım. hem çok iyi. ama son beş senemi saymaz isek. beş senede otuz beş senede kazandıklarımı yitirdim. dostlarımın tabi bundan haberi yok. onlar beni hala iyi bir insan olarak biliyor. ve çocuklarım. ve aşklarım. iş arkadaşlarım.  platoniklerim. manav mehmet, bakkal hamdi. apartman yöneticimiz eda hanım. karşı komşum sulhi bey. hepsi beni iyi bir insan bilir. eminim hepsi de haklarını helal edecekler. ben de onlara edeceğim elbette. çünkü onlar gerçekten çok iyi insanlar.  keşke onlardan bu dünyada daha çok olsa. ve benim gibi insanlardan daha az. bir insan iyi ya da kötü olabilir. ama hem iyi hem kötü olamaz. dünyaya en büyük kötülüğü benim gibi safını bir türlü seçemeyen, kararsız ve dengesiz insanlar yapıyordu. ben de işte bu tehlikeli aralıkta kalmıştım. ne olduğumu bulmaya çalışırken bir yaz sağanağında kendimi burada cenazemi izlerken buldum.
bu tür protokol konuşmalarımdan oldum olası sıkılmışımdır. ikinci dakikasında konsantrasyonumu yitirir başka şeylerle ilgilenirdim. sanırım sonuna kadar ilgiyle dinleyeceğim ilk ve son konuşma bu olacak. sizler gibi kimin konuşacağını ben de çok merak ediyorum. oysa kimseye vasiyet etmemiştim bu konuda. ahh olamaz! avukatım sadi şaşmazgil. beni en az tanıyan adam. kim bilir hakkımda neler zırvalayacak şimdi. hah neyse ki yağmur yeniden başladı da şaşmaz avukatım soğuk esprileri ile bir kez daha öldürmedi beni. davetlilerin ıslanmaması için kısa kesti konuşmayı. "seni seviyoruz, çok özleyeceğiz" gibi klişe veda cümleleri kurdu. karşılığında cılız bir kaç alkış aldı. yağmur çok daha hızlanınca davetliler fotoğrafımın yanına birer gül ya da karanfil bırakarak gittiler. en uzaktan en yakınıma herkes. önce komşularım, sonra iş arkadaşlarım, daha sonra dostlarım. en nihayetinde eski karım ve üç kızım. eda, seda ve ferda. acaba diyorum ben de cennete gider miyim?
.
ramsstein - amour