amorti - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

amorti

bir saat önce içtiğim sigaranın iğrenç tadı var şimdi kursağımda . tiksiniyorum bu duygudan ve bunu yapmamdan. bir de yazamamaktan. evet eskisi gibi yazamıyorum artık. tükeniyorum.
beni oyalayan, elimde kalan tek ilacın da yavaş yavaş tükendiğini hissetmek midemi bulandırıyor. oysa ölesiye yazmak, durmaksızın kusmak isterken içimdekileri cümlelerimi yutan, elimi bağlayan, düşüncelerimi hapseden gizli bir güçle boğuşuyorum. nedir gerçekten bilmiyorum. aslında çok da umrumda değil sebebi. tek derdim yazabilmek çünkü. ama işte böyle çok yazmak isterken yazamamak, tıkanıp kalmak, düğümlenmek var ya? işte bu acı verici. sanki gizli bir el kalbimi avuçlayıp sıkıyor ama ben boğazım sıkılmış gibi nefessiz hissediyorum.

dün akşamüstü gittiğim cafedeydim yine. isminin necdet olduğunu sonradan öğrendiğim garson, adeta aşkından kül olan aşığın tutkusuyla istediğim kağıt ve kalemi getirdikten hemen sonra
başladı her şey.  ilk o zaman yazamadım. oysa içimden taşanları kağıda dökmek için yanıp tutuşuyordum. dün başta benim olmak üzere tüm müşterilerin peşinde dolaşan sırnaşık kediyi tekrar gördüm ilk cümlemi yazmaya hazırlanırken. yalvaran bakışlarından bir şey kaybetmemişti. sanki beni tanıyıp da yanıma gelmiş ve dünden beri nasılsın der gibi öyle dikkatli bakıyordu gözümün içine. yahut bir şey anlatmak ister gibi. abartısız bir kaç dakika, öyle liseli aşıklar gibi bakıştık. ama birbirimiz için elimizden hiç bir şey gelmiyordu. belki o an için dünyada beni anlayan tek varlık oydu. belki de karnını doyurmanın peşindeydi. bense hislerimi.
bilemiyorum.
söylemiştim; hiç bir şey bilmeyen, hayatta doğru dürüst bir izi olmayan sıradan yaşam süren sıradan biriyim. tıpkı geçen akşam öylesine izlemeye başlayıp beni içine çeken filmdeki mali denetmen jonathan gibiyim. ve bazen silinmiş hissediyorum kendimi. enteresandı. bu mesleği yapanların ortak özelliği bu muydu gerçekten? yoksa o da hayatın sallama tesadüflerinden biri miydi sadece?
düzenli bir iş. çok sevgili rakamlar. her daim dakik bir yaşam. hep bir nizam, hep bir intizam. geçmişte yaşanılan yoklukları ve zorlukları aşıp refaha erme. geçmişin kıymetini bilip aşırılıklardan sakınma adına çoğu zaman başkalarının yönlendirdiği ve çizdiği sınırların dışına taşmadan tek düze, sıradan bir hayatı devam ettirmek zorunda kalmak.
bazen her şeyi bırakıp dışarıyı, insanları seyrediyorum. hayatı görüyorum. kusursuzca yanımdan geçip giden. ama sonra benimle aynı şekilde hayatı sadece seyredenleri görüyordum. kimi farkındaydı bunun kimi de nasıl bir çıkmazın içinde olduğunu anlamaya çalışıyordu sanki. ama hepsinin, hepimizin ortak yönü bir vardı. bakışlarımızla, oturuşumuzla, yürüyüşümüzle, sigarayı daha bir derinden çekişimizle adeta mutsuzluk kıvılcımları saçıyorduk etrafa.
işte bakın bir küçük kız - ki parkın en neşeli insanı o'dur diye yemin edebilirim- bir anne ve muhtemelen bir anneanne yürüyüşe çıkmışlar. ortadaki genç anne pek bir düşünceli. sert, memnuniyetsiz bir yüzü var. aslında buraya oturduğumdan beri çocuk arabalarıyla geçen diğer genç annelerinkinden pek bir farkı yoktu o soğuk ve mutsuz ifadesinin. çocuğuna bakıp keyifle gülenini görmedim daha. arabalarını sanki bir taş ocağındaki esirmişcesine mutsuz itiyor, zoraki gidiyorlardı çocuklarının peşinden. mutsuzluk akıyordu yüzlerinden ve vücut dillerinden. sanırım mutsuz insanları yine en çabuk mutsuz insanlar anlıyor ve tanıyordu. oysa ben hepsini ilk kez görüyordum ömrümde. mutlu etmiyordu tabi onları öyle görmek. ama itiraf etmeliyim mutsuz da etmiyordu.
herkes bir şekilde peşindeydi mutluluğunun. kimilerine göre an'ı yaşamaktaydı mutluluğun tarifi. kimilerine göre özgür olmakta. kimilerine göre ise sayılamayacak kadar çok paradaydı.
söylenilene göre çok az kişi ulaşıyordu. ben bu huzursuz kişiliğimle asla ulaşamayacağımı anladığımda yıllar önceydi. yine de para seçeneğini işaretleyenlere selam ederek teklifsiz yanıma sokulup "yılbaşı bileti almaz mısın beyim"  diye soran piyangocıya kayıtsız kalamadım.
"sahte değil di mi bunlar" ikazımı yapıp kimliğini kontrol ettikten sonra bir çeyrek çektim şansıma. zeki alasya'nınkine benzer -metin akpınar mıydı yoksa- iğrenç sıralı bir bilet çekmişim.
"çıkmaz lan buna" dedim.
piyangocudan evvel o sırada boşları alan necdet güldü.
piyangocu "öyle deme abi şans bu, kime güleceği belli olmaz" dedi.
"hadi öyle olsun bakalım."

en son bileti ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. ama çok uzun zaman önceydi. rahmetli hayattaydı daha. demek ki onbir seneden fazla olmuş. sonuncu biletimi değil ama ilkini çok iyi hatırlıyorum. üç kardeşin üçünün şansına kendi elleri ile çektiği sonra eve geldiğinde bir piyangocu edasıyla kendi adımıza tekrar çektirdiği çeyrek biletlerdi. sanırım biradere bir amorti çıkmıştı sadece. gerçi hayatımız amortiden ibaretti ama mutluyduk. üç çocuklu ailenin ortancasıydım. zengin değildik. orta halli bile değildik. ama dedim ya mutluyduk kendi halimizde. sonra büyüdük ve dağıldık çil yavrusu gibi. iş, güç, mevki-makam sahibi olduk. n'olduk? ara'da kaldık. arafta kaldık. ne bu dünyanın ne öte dünyanın olduk. şarapnelin en öldürmeyen ama en can acıtan parçalarını sapladık yüreğimizin orta yerine. mutlu insanların hikayesi olmaz derler. hayır, vardı. inanılmaz güzellikte ve de çoğunluktaydı hem. şu an bir yerlerimi kanatıyor olmalarının nedeni o güzelliklere bir daha ulaşamayacağımı bilmemdir belki de. oysa şimdi bir amortimiz bile yok..

.