tavanda asılı duran avizenin izdüşümündeyim şimdi. boylu boyunca uzanmış
boş boş avizeyi izliyorum. aslında tam olarak boş sayılmaz. küçük, beyaz
tasarruflu ampullerden kondurmuşum içine. kim bilir ne zaman yaptım
bunu. halbuki pek tasarruflu biri olduğum söylenemez. şu dünyada çakılı
çivisi olmayanlardan biri de benim. hatta çakılı olanları sökenlerden
desek yanlış olmaz. neyse bunu anlatmak için burada değilim. radyoda
yeni kanallar ararken sırt üstü düştüm yere. bir daha da kalkamadım.
kalkmak istemedim daha doğrusu. işte ilk o vakit farkettim avizeyi.
sonra düşünceler ve düşünceler. en başta tüm bu olanları yazma fikri
oluştu kafamda. ama değil yazmak ayağa kalkacak halim yoktu. kaldı
ki açık olan penceremden tatlı tatlı esen rüzgâr keyfimi bozmamaya yemin
ettirecek güzellikteydi. tıpkı bu öğlen türk kahvesi için soluklandığım cafedeki somurtkan ağustos sıcağına aldırış etmeyen neşeli
rüzgar gibi. ne kadar oturduğumu hatırlamayacak kadar uzun bir müddet
kalmıştım orada. insanları izledim her zamanki gibi. rengarenk arabaları
sonra, geçip giden bir ömür gibi. bir ara sevdiğim
blogları okudum. ve saçma bir şey geldi aklıma o an. çünkü insanlar
gruplar halinde akıyordu civardaki cafelere. misal iki arkadaşıyla
buzmavisi vosvosundan inen orta boylu, güneş gözlüğü ince yüzüne çok
yakışan esmer kadının blogunu okuyor olabilirim şu an diye düşündüm
önce. yahut hemen yan masamda geldiğimden beri telefonunu elinden
düşürmeyen çakma angelina jolie benim blogumu okuyor olabilirdi. çünkü ağustostu ve hava sıcaktı. çok sıcaktı. her şey olabilirdi. ya da çok
fazla film seyretmiş olabilirdim. hani şu arjantin ispanya kırması
medianeras misali. öyle ya da böyle açıkçası umurumda değildi artık çoğu
şey. sadece vakit geçiriyordum. insanlardan beni anlamasını
beklemiyordum. kimseyi de anlamak istemiyordum. izlemek ve canım isterse
de yazmak sadece. şarkılar bir de. ve her zaman. çünkü onlarsız olmuyor
anladım. narkozum oldular geçmiş ve gelecek seyahatlerimde. artık çok
az şey beni heyecanlandırıyor, merakımı uyandırıyor. ve şaşırtmıyor
artık hiç bir şey. zira bir şeyler uçup gitmişti içimden. ama ben her
zamanki gibi işe gidiyorum, eve dönüyorum. zoraki merhaba diyenlere aynı
zorakilikte selam veriyorum. bazıları beni, bazılarını da ben es
geçiyorum. sıkılıyorum yapaylıktan, dostlarıma gitmek istiyorum ama
akşam olduğunda aynı kararlılıkta vazgeçiyorum. dışarıya çıkıyorum. son
sürat yaşıyor insanlar. bakıyorum etrafıma hep bir yerlere yetişme
telaşındalar, koşarcasına adımlar. sonra bir bakıyorum onların arasında
hatta en başında kendimi görüyorum. boş geliyor çoğu şey. keyif alarak
yaptığım pek çok şey de yabancı geliyor artık. elimde kalan tek tutamak
yazmak. o da yarım yamalak şimdi. hafız haklıydı son görüşmemizde; sırf yazmış olmak için, eski gözlem yeteneğin dahası duyguların yok olmuş gibi yazıyorsun artık demişti. hak vermemek mümkün değildi.
avizenin köşesindeki çatlağı görmezden gelip badanayı gelecek yaza bırakmalı..
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...