kuşlar basmış bu sabah mahalleyi. çirkin kuşlar! serçenin az büyüğü, kumrunun biraz küçüğü. ama ne serçe ne kumru ne de güvercin bunlar. kargagiller familyasından olması kuvvetle muhtemel koca gagalı küçük kuşlar.
bi'ara dur lan şunların bir resmini çekeyim dedim. sonra siktir et neyime yarayacak diyerek vazgeçtim. doğrusu üşendim oturduğum yerden kalkmaya.
karşı apartmanın konmadık yerini bırakmamışlar. bir müddet öylece , boş boş bu kuşları izledim. çaprazdaki apartmanın -saymadım ama sanırım yedinci katındaki- mutfak penceresinde sigarasını içen adam da onları izliyordu. pazarın dokuzuydu. ben ne çok uyuyoruz diye hayıflanıyordum. açıkçası biraz da ekmel bey'i düşünüyordum. her pazar olduğu gibi.
film kahramanlarının aksine roman-hikaye kahramanları daha gerçekçi gelmiştir hep bana. eminim hepimizin vardır böyle gerçek hayatımızla özdeşleştirip sevdiğimiz kahramanlar. misal arkadaşlarımın kimi raskolnikov'dur, kimi prens mışkin yahut nastasya filippovna'dır bir yanlarıyla. kimileri de bay c. veya selim ışık hatta maria puder'dir.
ekmel bey açıkça itiraf etmese de pazarlardan nefret ediyordu bence. benim de çok sevdiğim söylenemez pazarları. lakin ekmel beyle özdeşleşmem salt pazar buhranlarımız değil elbet. sıkıldıkça tekrar ve tekrar ekmel bey'i okuyorum. bu karamsar, karanlık yazılar bilakis iyi geliyor ruhuma. hem o'nu okudukça daha çok yazasım geliyor.
ikinci el bir kitabın en son sayfasındaki boşlukta kaleme alınmış
yazılar gibiyim bazen; dağınık, şekilsiz, ve gelişigüzel. belki
sıradan ama samimi. biraz deli dolu. ama hep hüzün çatan..
dün gece şayet uykuya
yenik düşmeseydim burada başka şeylerden bahsediyor olacaktım. şimdi
ise bambaşka şeyler var kafamda. durduramıyorum zihnimi. bilgisayarım yok.
hatta defterim de. okumak için yanımda getirdiğim ama bir türlü
okuyamadığım kitabın son sayfasına yazıyorum şimdi aklıma üşüşenleri.
babadan kalma bir müstakilin menekşe kokulu balkonunda. fakat emin
değilim kokan çiçek menekşe olmayabilir. ilk aklıma gelen çiçeği
söyledim zira. fulya da olabilir nergis de. ama papatya değil gül hiç
değil. söylemiştim. şu hayatta uzaktan tanıdığım iki çiçek. gül ve
papatya. gerisini yakından bile tanımıyorum.
aslında pazar sabahı uyuyamayanlardanım ben de. bunca kelime israfının hakiki sebebi!
genelde balkona çıkıp tek tük de olsa benim gibi karganın bok yemesini
bekleyemeyenleri izlerim etrafta.
aha işte bir tanesi sabahın dokuzunda
balkon yıkıyor. oysa sanırsın otel temizliyor hepi topu bir metrekare balkon.
ama sonra anladım ki o da oyalanıyor. bir dakika balkon fırçalıyorsa üç dakika
yoldan geçenleri izliyor. o sırada sotakta, plaja gidiyormuş havasındaki esmer güzel
farkında olduğu güzelliğini yanından geçtiği araçların camında
teyit ediyor. bir torun bir anne ve bir anneanne torunun adımlarıyla ağır
ağır yol alıyorlar. sonra kalabalık çok kalabalık bir beton yığını
takılıyor gözüme. korkunç.. bu kadar çok apartman, apartman içinde
daireler, daire içinde insanlar. midem kasılıyor bunları düşününce...
ama yukarısı daha sakin. masmavi ve
açık. ay bile terk edememiş. yarım da olsa o maviliğin içinde keyif
çatıyor. ya kuşlara ne demeli. çatıdakilerin aksine, türlü türlü şarkılar eşliğinde
insanoğluna nispet yaparcasına salınıyorlar semada. bize de izlemek
düşüyor sadece. bir de karganın yemediği... neyse... onlar ermiş
muradına biz çıkalım... ...
..
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...