bostancı istasyonunu geçip küçükyalı'ya hareketlendiğinde tren sağına bakıyorsan eğer şanslısın demektir.
pürüzsüz kuğu inceliğindeki narin bir boyunda aynı naiflikte duran bir gerdanlık gibidir o vakit adalar çünkü. hangi dipte olursan ol bir kaç saniyeliğine de olsa çarpar bu büyü adamı.
eskiden çok daha uzun sürerdi aramızdaki sevda seansları. ama şimdi varlığı ile yokluğunu anlayamıyorum bu büyünün.değişen adalar mı yoksa....
tabi ki benim..
o yüzden belki de dün gece ve bu sabah fernando pessao'yı, hiç bilmediğim ama bana çokça tavsiye edilen huzursuzluğunu ve kitabını düşündüm. oysa bir insan düşünce atlasında daha ne kadar dip yapabilir ki? en maharetli dalgıçların bile çıkamayacağı derinlerde hissetmek nasıldır bilir misin adaşım?
düşmediysen hiç bu çukura bilemezsin tabi. etrafındaki bu yaşam telaşına manasızca bakar kalırsın. bakar kalırsın. yapılan her şey, harcanan her vakit ve enerji aptalca gelir. izlemek bile yorar adamı. kıtlıktan çıkmış gibi var olanlardan sırf daha yeni diye ve üç ay ertelemeli bol taksitli diye yine ve yeniden ve daha çok, herkesten çok almak. sekizyüzyirmi ay taksitle ev, yüzotuz ay taksitle yat, altmışaltı ay taksitle ipad ve şurekası akıllı telefon taksidine giren akranlarım, arkadaşlarım var benim. peki bir insan ömrü kaç ay taksite tekabül eder adaşım?
herkesin tuttuğu kendine elbet. ben kendi derdimde yanmakla meşgulum. dün arabada gelirken lafladığımız finansçı çocuk abi bana düşmez ama bu kadar maaşla bir ev yapsan kendine dedi. şimdi içimdeki kederi ve hüznü , bu bağsızlığı, bu her şeyden uzaklaşma isteğini henüz yirmilerin baharını yaşayan bu vatan evladına nasıl anlatırdım ki? çok borcum var dedim çok müsrifim diyene kadar.
bu hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındaki insanlara şaşardım eskiden. çok şaşardım. şimdi kendi manasızlığıma şaşıyor ve dahi üzülüyorum galiba. ezberlenmiş hayat egzersizleri dahilinde işe gidip eve dönüyorum her gün. işten, işyerinden sıkıldığını sanıyordum yine eskiden. her mevsim bir iş, işyeri değiştirirdim. ama sıkıntım geçmez bilakis katlanarak artardı. değişmesi gereken ben ve hayatımdı çünkü. değişemiyor, değiştiremiyordum lakin. bir ayrılık vakti daha geldi çattı oysa ki. bu sabah ayazında bunu hissettim. değiştirmem gerek işimi. çünkü bahar ha geldi ha gelecek ve ben boğulacak gibi oluyorum bu sıkıntılı handa. yeni işyerlerinin, eskilerinden tek farkının çatal kaşık ve tabakları ile tuvalet dekorasyonları olduğu bilincinde en azından cumartesi köleliği olmayan bir mekan bakıyorum şimdi kendime. bu da ayrı monotonluk ve manasızlık oluşturuyor bünyede. ama hayat işte, tuhaf adaşım.....
ama bir yandan da küçük şeylere tutunmaya çalışıyorum. çünkü ve ne olursa olsun bu dünyadan tamamen göçmeye maçam yemiyor adamım. daha değil. daha değil. hayır yapacak çok işim olduğundan değil. hem intihar büyük günah hem bazı anların, nefes alıp vermenin ne kadar büyük nimet olduğunun şamar gibi suratına çarpıldığı o minnacık anların hatırı var. bunu en iyi sen biliyorsun adaşım.
misal ve belki sırf bu yüzden kıymalı börek koktu diye kartal istasyonuna yeniden aşık oldum daha on beş dakika önce. çünkü anneni, bir daha geri gelmeyecek çocukluğunu getirir bu koku sana. hakeza minibüsçülerin koltuğuna o mağrur ve yan oturuşlarını, duraktaki kâhya ile lak lak edip bir yandan da vitesi bire takıp ağır ağır ilerlemelerini sevdiğimi far kettim. ve hiç tanımadığın biriyle bir kaç saniyelik bakışmanın suçluluğu ile masumiyetinin birbirine karıştığı , genzi yakan o puslu havayı sevdiğimi anladım akabinde.
unutmadan bu şarkıyı da çok sevmişim bilmeden;
le trio joubran - roubama
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...