üç parçaya ayrılan sartre'nin bulantısını yeni nesil bir yapıştırıcıyla ama eski 404 uhuların güzelim kokusunu arayan ve özleyen bir burunla isteksizce yapıştırdım. aklımın bir köşesinde ise az önce okuduğum ve durmaksızın yankılanan o cümle; peki ben buradan nasıl gideceğim.....beynimin içi sartre'nin parçalanan kitabından ve masamda dizi dizi sıralanan diğer kitaplardan daha karışık aslında. toparlamak yine mümkün görünmüyor. hele dünden sonra ve hele ki günlerden pazarsa.
eskiden olsa ezbere bilirdim kaç istasyon kaldığını. şimdi kapının üzerindeki listeyi okumak zorundayım. yaşlanmak? evet belki. ama işin aslı; en son ne zaman bindiğimi hatırlamayacak kadar uzun bir süredir uzağım trenlerden.
çok şey değişmiş. istasyon bir kere yenilenmiş, boyanmış, bekleme salonu hepten değişmiş. tek üzüntüm istasyonun müdavimi kedilerden hiç bir iz olmaması. hareket saatleri de değişmiş. bir tek insanlar aynı. hep aynı bakışlar. kimi kederli kimi hüzünlü bazen umursamaz bazen şaşkın bazen de ne yaptığını bilmeyen ama hep mutsuz hep umutsuz suratlar.
saydım mecburen ben de. maltepe'den kızıltoprak'a dokuz adet daha istasyon gitmeliydim. nedense tereddüt edip karıştırdım sayarken. ancak üçüncü denemede gerçek sayıya ulaştım. söylemeyi unuttum. trenler de yenilendi bu arada. daha az gürültülü. ve eskisinden biraz daha konforlu. hoş benim için o trenin içinde olmak ve durmaksızın gitmek en büyük konfor.
dokuz sayısına üçüncü kez ulaştığım an da karşımda oturan kadının teyzesi aradı. ister istemez kulak misafiri oldum. şimdi unuttum tabi konuştuklarını. hatırlasam da yazmazdım zaten. asıl aklımdan çıkmayan ise kadının şiveli ama beni hiç rahatsız etmeyen doğal konuşmasıydı. içinden gurur, kibir, sahtelik akan çakma istanbul hanımefendilerinin zorlama ve yayvan türkçeleri üşüştü birden aklıma, midem kalktı. neyse ki kısa sürdü bu kıyaslama seansı.
o kadar içtendi ki karşımdaki ister istemez başımı kaldırdım. koyu lacivert kotundan deri çantasına, taba renkli montundan gözündeki kaleme kadar her şey ölçülüydü. bakışları bile. meraklı bakışlarımız kesiştiğinde ani bir refleksle o camdan dışarıya ben de yanımdaki ingilizin kalın çerçeveli gözlüklerine doğru baktım.
ingiliz diyorum ama adam milliyet okuyordu daha üç dakika önce. beyaz tenli, sarı kafalı ingilizle bu yol bitmezdi. neden sonra kucağımda yarım bıraktığım kitabı farkettim. bir kaç satır ancak okuyabildim. sıkıldım sonra. neyseki müzik vardı kulağımda ve peşimi bırakmayan hayallerim. cam kenarındaydım...
içinde bulunduğum tren daha önce hiç görmediğim köprülerden, ovalardan olanca hızıyla geçiyor bu ben de sevinçle karışık bir hüzün oluşturuyordu. geçmiş gerçekten geçmişte kalabilir miydi? gitmek bu kadar kolay mıydı hem? peki ya yanaktan süzülen yaşlar geri gidebilir miydi? daha da vahimi hafızamı kaybetmiş ya da delirmiş olabilir miyim acaba? yemekli vagona ne vakit gelmiştim. ve teyzesile konuşan kadın. o da tam karşımda işte. tüm doğallığı, huzur veren gülümsemesiyle hiç bir şey söylemeden bana bakıyor şimdi... ben zaten konuşmuyorum. şaşkınım. ama tarifsiz bir mutluluk da var gizleyemediğim.
tam o esnada kitaptaki bir cümle takılıyor zihnime; " konuşmayanların bilerek kaybetmek istedikleri için konuşmadıklarını düşündüğüm olur" diyordu yazar.
oysa kaybetmek, kazanmak gibi meselemiz yoktu bizim.
tek ve asıl meselemiz tamamlanmaktı.
en azından benim.
uzun zamandır hiç bir şey söylemeden, sadece huzur ve güven veren bakışlarıyla beni adeta esir alan kadının bu sefer de sanki içimden geçenleri okuyormuş gibi;
işler iyi giderken kim konuşmak ister ki demesiyle eğilip dudaklarımdan öpmesi bir oldu.....
uyandığımda kızıltoprak istasyonunu geçmiş fenerbahçeli taraftarların tezahüratları eşliğinde söğütlüçeşme'ye yanaşıyorduk.
.
lionel richie - hello
.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...