canım çok sıkkın albayım. en sevdiğim yağmurluğumun fermuarını bozdum az önce. şimdi o yağmurluk üzerimdeyken yazıyorum sana. oysa ne güzel başlamıştı. gün, güneşsiz ve soğuktu ama o kadın! apartmanın köşesinde çok zarif ve oldukça kumral olan o kadınla rastlaştığımızda anlamıştım. bugün güzel olacaktı. belki de her şey çok güzel olacaktı. belki şehre bir cem yılmaz filmi bile gelebilirdi. lakin yanılmışım.
her şey say anything filmini beklemeye ve annemi öldürdüm filmini de online izlemeye başladıktan sonra başladı albayım. yorgundum. kırgındım. her zamanki gibi tembeldim. ama hissediyordum güzel bir gün olacaktı. hissettiğim ve duyduğum bir diğer şey ise karnımın gurultusuydu. kahvaltı için çok geç akşam yemeği için çok erkendi. aklımı ve midemi ortada buluşturup öğle yemeğinde karar kıldım. filmlere kaldığım yerden devam edebilirdim. hiç bir şey kalmadığını bile bile ama ve yine de çıkmayan can-canan, leyla mecnun aşkıyla ve ümidiyle buzdolabına baktım. baktım, bakıştık yani öylece buzdolabıyla bir süre soğuk soğuk. sanırım tembeldim. kapıcı bayram tatilindeydi. bakkal şimdi iki ekmek bi yumurta için gelmezdi. hatta kapalı bile olabilirdi. market yürüme mesefasinde ama bana göre bir ipek yolu uzunluğundaydı. karnım ise fena gurulduyordu.
çaresizdim. tembeldim. ama çare yine bendim. pencereyi açtım. işaret parmağımı ıslattım. yukarıya kaldırdım. keşişlemeden ve sert esiyordu rüzgar. en sevdiğim bordo yağmurluğumu giydim. beremi bulamadım. hayır albayım kaybetmedim bordo beremi. yerini unuttum sadece. neyse. anahtarımı, telefonumu, cüzdanımı aldım. aceleyle çektim kapıyı. yalnız bir eksiklik hissediyordum. ayaklarım neden üşüyordu acaba. evet. kapıyı yeniden açmam zor oldu. üç anahtardan hangisinin açtığını bulmam biraz zaman aldı. ayakkabılarımı giyip kapıyı çekmek üzereyken ev telefonum çaldı. ayakkabılarımı çıkarmadan telefona koştum. alooo-kankaa- hayat-bayram-şeker-trenler-tuhaflıklar- hede-hödö. arayan ihsan'dı. lafladık işte biraz. telefonu kapattığımda ellerime bakıyordum. yağmurluğumun cebinden anahtarlık ve cüzdanla beraber çıkardığım ellerime. bir şey yapacaktım ama ne? ellerim. yağmurluk cüzdan. bir anlam arıyordum. bulamıyordum. hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur şarkısını mırıldanacakken karnım yeniden ve şiddetle guruldadı. bu son uyarısıydı anlamıştım. hızla asansöre oradan apartmanın bahçe kapısına yönelmiştim ki. zaman durdu. o kadın işte. kumral ve uzun saçlarını savurarak kulağında telefon ve yüzünde oldukça huzur veren bir ifade ile solumdan solumdan bana doğru geliyordu. kalbimse sanki mıknatıs gibi o tarafa daha ani ve hızlı hareketlerde bulunmaya başladı. rüzgar gibi geçti yanımdan.
ben ve zaman donakaldık olduğumuz yerde.
iki saniye yetmişti aşık olmama. başka ihsana gerek yoktu. söylemiştim. uzun boylu, kumral, zarif, sevecen anlayışlı ama çocuksu ve her an bir çılgınlık yapacak hissiyatı veren bir yüz. hem ihsan'a da söyledim evden çıkmadan önce. varsın olmasındı evimiz şu garip dünyada hepimiz kiracı değil miyiz olm? kalbimizin sahibi de başkası olacaktı elbet!
ha ihsan mı? anlatmadım size değil mi albayım? üniversiteden arkadaşım. nam-ı diğer panter ihsan. okul takımın kalecisiydi. kedi gibiydi. evlendi, şimdi kuzu gibi. şehri de terk etti. telefondan telefona görüşüyoruz artık.
ton balığı, kola, çekirdek ve çikolata aldım marketten. balık ve kola öğle yemeği için, çekirdek film için, çikolata da kahve için. beşartıbir de oynadım. postacı, şans ve aşk kapıyı kaç kere çalar ki şu garip hayatta? kumarda devamlı kaybeden bana bir işaret olabilir miydi? orada, cafede tüm kumrallığı ile oturuyordu işte. bir kez daha aşık oldum. çünkü gözlerini gördüm bu sefer. zeytin karası gözlerini. hayatın anlamını çözmüşcesine bilgece ve insanca bakan gözleri. cafede arkadaşını bekliyor muhtemelen. arkadaşı gelene kadar eşlik edebilirdim o'na. ama acelem vardı. izlemem gereken iki film bitirmem gereken üç kitap. hem yemek de yemem lazımdı. uyumam da gerek. çünkü çok geç geldim dün gece. uykusuzdum. sonra uyanınca elimi yüzümü yıkamadan önce hayatıma dair bolca düşünmem boşları doluya doluları boşa koymam ve ayrıca lanet olası işe hazırlık yapmam gerekti yarın için. gördüğün üzere nefes alacak zamanım yoktu albayım. hem zaten aşk dediğin nedir ki gelir geçer. hayat gibi. önemli ve kalıcı olan sevgiydi. emekti. iyilikti dostluktu. al yazmaydı gönül bohçasıydı. hah. inanmıyorsunuz di mi bu züğürt tesellilerine siz de albayım. tabi ki uyduruyorum albayım. pekala, her zamanki gibi yakaladınız beni. evet kıvırıyordum. hem sağdan hem soldan. öyle güzel bakan gözlere verilecek cevabi bakışım yoktu açıkcası. söyleyecek sözlerim ise uzun zaman önce bitmişti. hem ve zira aşk tesadüfleri sever hem de biraz cesaret ister albayım bilirsiniz. cesur olanların işidir aşk. bizim gibi soytarıların değil. hadi bakalım bağla bağlayabilirsen şimdi lafı albayım. ne vardı şimdi bozacak beni. oysa hayallerim vardı benim. bindokuzyüzellialtı baharına gitmek gibi mesela. sevgili ile okulu kırıp adaya kaçmak gibi. bostancıdan kalkan ilk vapurla büyükadaya geçecektik ılık bir akşamüstü. herkes ağaçlara, banklara kazırken adını biz gökteki en parlak yıldıza, denizdeki en uzak gemiye, martıların bembeyaz kanadına yazacaktık aşkımızın baş harflerini. heyhat. ne var ki yağmurluğumun fermuarı bozuldu. en sevdiğim yağmurluğum diyorum albayım. en sevdiğim...
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...