iki bin dokuz - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

iki bin dokuz

bir metrobüs dolusu insan. biri hariç hepsinin yüzü asık yahut ha asıldı ha asılacak. sanki dünyaya inat tüm uzuvları ile gülen bu sarışının özellikle gözleri ve yüzü öyle içten gülüyor ki; yeni yılı hakkıyla kutlayan, kutlayacak olan tek otobüs belki mahalle hatta ilçe sakini o olacak belli. hafta boyu içinde ve dışında bulunduğumuz şirketlerde çekilişler yapıldı, karşılıklı hediyeler verildi, kocaman yapay gülücüklerle iyi seneler dilenip, seneye görüşürüz esprileri patlatıldı. belki şu bir metrobüs dolusu insan da az önce bu yapaylıktan nasibini almıştı. ama şimdi mutsuz ve kös kös şu yoğun akıcı boğaz trafiğinde evlerine gitmeye çalışıyorlardı. giderken akıllarından kim bilir neler geçiyordu. herhangi bir milli takımın ciddi teknik direktörü görünümlü kır saçlı amca metrobüsün kapısında tüm ciddiyeti ve vakuruyla dim dik duruyordu. belli ki ciddi şeyler düşünüyordu. hemen karşısında akutçu mahruki'ye benzeyen küpeli abi de dışardan gelebilecek olası tehlikelere karşı tetikteydi sanki. pür dikkat dışarıyı izliyordu. bir süre sonra solumda muhteşem bir güzellik fark ettim. o'nu daha önce hiç böyle görmemiştim. belki o hep öyleydi de ben böyle bakmamıştım. bilemiyorum. ay dolun vaziyette ışıklarını cömertçe boğazın lacivert sularına yansıtmaktan çekinmiyordu. anlaşılan o ki bir kaç saat sonra havai fişeklerin yaratacağı her türlü kirliliğe karşı aceleci davranmış iki resmin arasındaki iki bin dokuz farkı bizlere sunmak istemişti. dedim ya bugüne değin hiç bu kadar güzel ve çekici bulmamıştım bu manzarayı. öylesine huzur dolu, öylesine berrak bir manzara. hani ölmenin yeri ve zamanı var mı bilmiyorum ama varsa da en kallavisi böyle bir yer olmalıydı mutlaka. ölüme nereden geldik şimdi. tüm güzellikler gibi bir köprü uzunluğunda kısa sürdü elbet bu güzelliği yaşamakta. hemen sol arka çaprazımda esmer güzelini görünce yazmayı özlediğimi fark ettim. aslında esmer güzelini görmesem de yazacaktım. çünkü 27 aralık pazar günü kendime söz vermiştim. geçen bir yılın hatırına, bir yaşına daha giren blogun hatırına elli beş readers'ın hatırına, ara ara sönüp tekrar alevlenen içimdeki yazma aşkının hatırına, her daim çantamda taşıdığım kalem ve defterin hatırına, gün gelir bu yazdıklarımı tekrar tekrar okuyup hey gidi günler diyebilmenin hüzünlü tadına varmanın hatırına, zorla bir şey yapmayacağını bilip iyi seneler dileğiyle niye yazmadığımı merak eden sevgili arkadaşların hatırına, bugüne kadar kendime verdiğim sözleri tutamamış biri olarak yeni yıla girerken bir batıl inanışı ya tutarsa diye pratik etmenin hatırına ve unutup yazamadığım daha bir çok şeyin hatırına yazacaktım. taammüden planladığım bu koşullar dahilinde ama ille de ben istediğim için yazacaktım....
saat altıyı kırk beş geçiyordu. bir metrobüs dolusu insan hala mutsuzdu. radyo eksende placebo çalıyordu. ama ben esmer güzeli olmasaydı da yazacaktım bu yazıyı.
.
ve şimdi evdeyim...
gece yarısına az bir zaman kaldı.
şehir çılgınlar gibi eğleniyor, havai fişek sesleri ve dahi ışıkları odamı dolduruyor. fakat içimdeki boşluk ancak yazarsam dolacakmış gibi geliyor bana.

aralık 29

mutsuzluktan mutlu olan bir insan modeli olabilir mi? sanırım o benim. bursa dönüşü adnan menderes feribotundayım. sanırım en son üç dört sene önce bindiğim feribotta adnan menderesti hatta bandırmaya hem gidiş hem de dönüş yine adnan menderesle olmuştu. ilginç olan bu değildi. içinde adnan menderesin de çokca olduğu ve çok sevdiğim anı kitaplarından yorgun mayıs kısraklarını bu feribotta bitirmiştim. şimdi yine o feribottayım ve elimdeki başka bir kitabı sağa sola çeviriyorum anlamsızca. aynı sayfayı beşinci kez okumayı deniyorum. olmuyor. salonu tıka basa dolduran bir sürü insana bakıyorum. anlam aramaya çalışıyorum donuk hareketlerinde. bulamıyorum. anlamsızlık diz boyu. uykusuz'a yöneliyorum gelirken alıp bitiremediğim. şimdi dönüşte ona da adapte olamıyorum bir türlü. kendimi müziğin şefkatli sesine bırakıp yanımdaki iki ergenin laptoplarındaki tatil resimlerine bakıyorum onlara çaktırmadan, onlarla birlikte. bursa'dan istanbul'a geldiğim zamana eşdeğer bir sürede evime ulaşabiliyorum ancak. istanbul, trafik, kalabalık, gürültü büyük sorun. bir şeyler yapmalı!

aralık 28

farklı bir şehre gitmenin en güzel yanı ; rutin hayatın sıradanlığından uzaklaşıp, hava değişikliğinin yanı sıra uzun süredir görüşemediğin arkadaşlarınla hasret giderebilme olanağındır. anlar, anılar bir süreliğine de olsa çekip alır sizi bu hayattan. bulutların arasında kaybolursunuz sanki. tabi bunun sonunda bir otel odasındaki yalnızlığa bodoslama düşmeniz kaçınılmazdır. ama yine de değer buna.
bu kısa buluşmanın tetiklediği anıları ertesi günkü sınava hazırlanan öğrenci çalışkanlığında dilinden hiç anlamadığınız fransız bir filmini izlerken temize çekersiniz bir otel odasında. yahut ışıltılı şehri alıcı gözüyle izlerken en parlak ışıkta kaybolup arka plandaki şarkı eşliğinde yeniden koparsınız zamandan ve mekandan. güzel şeyler bunlar.

aralık 27
sanırım 31 aralık gecesi şöyle uzun uzadıya bir yazı yazmam gerekecek. uzun süren bu yazı kabızlığını planlamadım ama bu yazı işini planlayabilirim. belki iştahım da açılır o vakte kadar kim bilir? hatta itiraf edeyim futbol takımı posterlerinde oturanlar denen ama aslında çömelenlerin durduğu şekilde durmuş tuhaf biçimde radyo eksen dinlerken geçmişe, özellikle iki bin dokuza ait bir dolu düşünce geçti kafamdan. belki şartlı reflex. belki değil. ama bunları yazmalıyım dedim. lakin kafadan geçtiği gibi akılda durmuyor meret düşünceler, kuş gibi uçup gidiyorlar. artık yakaladıklarımı kayıtlarım dedim ve antika yöneticimizin keyfine göre yanan kalorifer peteğine dayadım sırtımı. kalorifer yeni ısınıyordu. ilginçtir her zamanki yerime koymadığım çantamı kaloriferin yanına fırlatmışım bu sefer. niye bilmem. bir işaret olabilr mi? defteri ve kalemi aldım içinden. bu ucu bucağı ve bir anlamı olmayan şeyleri yazdım işte.
şimdi de bloga yazıyorum. olsun. ne iyi ettim de yazdım.

aralık 22

sabah erken saatler. tezat haller birbirini kovalıyor. dışarısı zehir gibi soğuk metrobüsün içi kalabalığın etkisi ile sauna gibi. kulağımda tarantino filmlerini çağrıştıran değişik bir müzik, yukarıda tek tük martılar uçuşuyor. sonra "hiçkok" un kuşları gibi bir sürü insan pike yapıyor metrobüsün içine. uzunçayır diyorlar buraya. çok geçmeden sağ yanımdaki cam buğulanıyor. buğulara yazı yazdığımız anlar geliyor aklıma. buğulanmadığı zaman ise hohlayıp yapay buğu oluşturduğumuz zamanlar. sol yanımda oturan delikanlının ağzındaki kokuyu örfbas etmek için kullandığı nane, karışımı olduğu koku ile daha iğrenç duyumsanıyor. başımı camdan yana çeviriyorum. üzerine çiğ yağmış bembeyaz çimleri görüyorum. gözlerimi kapatıyorum. ronan keating time after time diyor o sırada. bembeyaz karlarla kaplanmış ve bir gölün kenarına konuşlanmış dağ evini görüyorum uzaktan. kırmızılar içinde biri neşeli kahkahalar atarak çabuk yanına gelmemi istiyor benden. koşuyorum. ama ben koştukça o uzaklaşıyor sanki. son durak diye bir ses duyuyorum. hemen yanındaki yüksekliğe çıkmış metrobüs şoförü; " zincirlikuyu son durak beyim" diyor. oysa hiç bitmesin istiyorum bu yolculuk. bu müzik. ve bu rüya.
ama daha yeni binmiştim demek istiyorum.
"son durak evet" diyebiliyorum sadece.
son durak.

aralık 18

minibüsün kapısı açık. hava çok soğuk. üşüyorum ama şoföre de kapıyı kapat demiyorum. öyle bir pasifize haldeyim. öyle ki dinlediğim müzik ilk defa tat vermiyor bana ama ben kapatmıyorum yahut değiştirmek için eylemde bulunmuyorum. eylemsizim, hareketsizim. şehrin en kalabalık bölgesinde ışıklarda yolcu bekliyoruz. bir dolu hikaye ile insanlar geçiyor. belki ilk defa oralı olmuyorum. hemen arkamda incir çekirdeğini doldurmayacak mesele yüzünden yanındaki sevgilisi yahut nişanlısının ve dahi kulağımdaki müziğe rağmen benim kafamı ütüleyen hatun yüzünden arkama dönüp, birader allah kurtarsın diyemiyorum. kaybolmak, yok olmak istiyorum.
olamıyorum.