tutunamayanlar - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

tutunamayanlar





odamda, murathan mungan’ın ölü bir yılanı gibi uzanmış sıla dinliyorum. bir yandan göğüs kafesimle birlikte bir aşağı bir yukarı inip çıkan oğuz atay’ın tehlikeli oyunlar’ına tutunmaya çalışırken bir yandan da çayın demlenmesini bekliyorum. az evvel kasaba hoparlöründen havanın bir kaç gün bozacağı, dolayısıyla denize girmenin, bilhassa uzaklara açılmanın tehlikeli olabileceği anons edildi. sabah girdiğimde herhangi bir tehlike görmedim doğrusu. fakat akşama görürsem şayet, durmam kaçarım. atalarımız boş söz söylemezler, zira. onda dokuzu kaçmaktır çünkü erkekliğin! gerçi buna gerek olacağını sanmıyorum ama yine de eşeğini bağlamak için sağlam bir kazık bulmalı her zaman insan derken atalarımızla olan bu hoş sohbetimizi fokurdayarak taşan çaydanlık kesti. bu beklediğim çay hazır demekti. 
bir kase karışık kuruyemiş, bir kupa çay, kitabım ve müziğimle birlikte verandaya çıktım. lakin kırk derece temmuzunda kendimi ateşli bir tartışmanın ortasında buldum. yan çaprazımızdaki komşumuz iki kadın hararetle kavga ediyorlardı. istemeden desem yalan olacak şimdi, isteyerek duydum bazı sözlerini, bir güven bunalımı vardı aralarında. kılıçların çekilmesine sebep olan özü tam anlamadım ama tarafların anne-kız olma olasılıkları yüksekti. iki ev arkadaşı da olabilirlerdi. belki de iki kız kardeştiler. tartışmanın alevine bakılırsa tüm binayı yakacak kadar büyüktü sorunları. kaypak birleşmiş milletler gücü bile çözüm olamazdı bu soruna. ancak bir tarafın itidalli olması, olgun davranması olayın ateşini söndürürdü. hiç biri olmadı. beklenmeyen bir şey oldu. 
.
zerzevatçının kamyonetinden önce hastalıklı hoparlör sesi girdi sitenin yoluna.
 “domatesci geldi. çanakkale’den tarla domatesi. üç kilo domates on lira. kahvaltılık. lezzetli domates. çanakkale domatesi. organik.domatesçii geldi domatesçiii. salatalık var. biber var. tarladan domatesciii.”
pek çok insan gibi ben de organik zerzavatçının yoluna odaklandım. bir de ne göreyim? 
az önce kavga eden ablalardan biri şort terlik sebze alıyor. üç kilo domates bitirmişti tartışmayı. yalan yok, bununla ilgili şöyle afili bir reklam sloganı ne güzel olurdu diye aklımdan geçirdim. ama işe yarar bir şey bulamadım. yeniden sebzeciye döndüm. işleri kesattı. birinci viteste, ağır ağır sitemizin önünden ayrılırken bıraktığı boşlukta, dört ayrı paralelden, dört farklı insanın denize doğru aktığını gördüm. birinci paralel bizim kapımızın önünden geçen yoldu. bir genç kadın, gri tişörtü, pembe şortu ve siyah sırt çantasıyla tüm koruma kalkanlarını zırhlanmış, çok ciddi bir yüz ifadesiyle denize iniyordu. hemen yan paralelinde altmışlarının ilkbaharında bir abi, beyaz şapkası, sırtında sarı şemsiyesi ile uygun adım yürüyordu. asker emeklisi disiplinindeydi sanki.yanındaki yarıktan ise belinden üstü çıplak, cırtlak mavi şortu ve kafasına sardığı beyaz şortuyla genç bir adam, mecnun’un leyla’sına hasretiyle koşar adım ilerliyordu. dördüncü ve son paralel yolumuz ise net seçilemiyordu. beyazlar içinde, adam mı kadın mı olduğu belli olmayan bir canlı, diğer paraleldekilerden daha yavaş, hatta dünyadan da yavaş ve sanki döne döne -bana kalırsa dans ederek- denize akıyordu. görünen o ki; burada herkes bir şekilde sabah akşam denize tutunuyordu. dört paralel yolun dışındaki ben deniz, domates alan kavgacı abla, karşı komşularımız, hatta zerzevatçımız bile belli bir vakitten sonra denizle çek ediyorduk geçen günlerimizi. hatta belki de hayatlarımızı. 
misal bugün; bolca sıla dinledim yine. özlemlerimi biledim. hayallerimi yeniden gözden geçirdim. bir kase karışık kuruyemişi, üç kupa çayı bitirdim. ama tehlikeli oyunlar yine bitmedi. belki yarın. belki... ...
.