hasta siempre - 8 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

hasta siempre - 8

dış kulak, orta kulak, iç kulak yazan kulak anatomisi panosunun sol üstünde şarlo tablosu var. bir tahta sandalyede öyle masum uyuyor ki. başında siyah fötr şapkası. kendine has siyah bıyığı. füme renkli, kalın paltosuna sarılmış, sol kolunun arasında bastonunu sıkıştırmış. uzattığı ayakları soba yahut masa gibi bir şeyin altında. çok yorgun ama çok tatlı uyuyor.
şarlo’nun hemen çaprazında kocaman bir tablo. manzara resmi. yeşille mavinin öpüştüğü. denizle ormanın bitmeyen bir dansa tutuştuğu bir dünya cenneti burası. en büyük hayalim; böyle bir yerde kalan ömrümü bitirmek. sırtını ormana yüzünü denize vermiş sakin bir koy. işte bu fotoğraf. yoksa resim mi demeliyim? öyle canlı ki ressam elinden değil de ara güler’in objektifinden çıkmış gibi. ama bazı renkler de var ki; ilmek ilmek boyanmış gibi. karar vermek zor gözükse de eminim artık. böyle bir yerde ölmez insan! 



deniz maviden hafif laciverde çalmış. sakin. sessiz. biraz düşünceli. kıyıda envai çeşit ağaç var. zeytin mi çam mı bilmiyorum. (ağaç ve çiçek türlerini öğrenmeliyim bu kış) bu ağaçların yaprakları bazı bazı kahverengiye çalmış. mevsim güz olmalı. vakit öğleden sonra  üç gibi. güneş sağdan, eğik geliyor ormanın içindeki adeta saklanmış olan tek, müstakil eve. kışın nasıldır acaba burası? ağaçların hepsi yaprak döker mi? içinde yaşayan başka canlılar var mıdır? yahut çetin midir, sert midir kışları?  ama ne önemi var değil mi? üç ay kış olsa -ki ayrı güzelliği vardır hele de kar yağıyorsa- kalan dokuzu yaz bahar ayıdır. şifadır. candır. böyle bir yer diyorum. ormanın kalbinde, denizin kıyısında. bana kalırsa fotoğraf değil resim bu tablo. sıra sıra , sıra dağlarla aynı hizada dizilip giden bulutlardan anlıyorum bunu. evet evet kesin bir ressamın tablosu. 
bu tablonun tam karşısında ise ilaç şirketlerinin birinden eşantiyon alınmış mavi bir saat var. çık çık çık geçen zamanı kafamıza sokuyor sinir eder biçimde. bu dünyadaki vaktiniz azalıyor. mutlu olmak için acele edin diyor adeta. tabi ben öyle okuyorum. yetmiş üç yaşındaki doktorum nasıl okuyor bilmiyorum. çünkü hiç sormadım. ona göre kulağımda ciddi bir sorun yokmuş. bir damlayla geçermiş. boğazıma da bir sprey verdi. ama burnum. operasyonlukmuş. yaş aldıkça daha da zorlayacakmış beni. şimdiye değin elzem değilmiş. doğuştan kemik eğriymiş. ameliyat olursam iyi hissedermişim. tavsiye edermiş operasyonu. oysa korktuğumu, bu yaşa değin hiç narkoz yemediğimi, hastane kokusuna tahammül edemediğimi söylemedim. o, iç sesimi duymuş gibi. “artık eskisi gibi değil. teknoloji gelişti. bir günde hallediliyor artık” dedi. teşekkür ettim gülümseyerek. karşılık olarak odanın ortasına içten, kocaman bir gülümseme bırakıp elimi sıktı doktorum. 
seviyordum bu ‘ihtiyarı’. kulak, burun ve boğazımı yıllardır ona emanet etmiştim. her hastane değişikliğinde -tıpkı berber altan’da olduğu gibi- peşinden gittim. şimdi işte yirmi iki kilometre yolu yine onun için teptim. biraz hünerli, bilgili mütehassıslığı için. biraz güleryüzü. ama çokça insanlığı için. çıkarken anatomik tabloyla göz göze geldim yine. duymanın ötesi yazıyordu en üstte. altında bilimum kulak resimleriyle beraber dış kulak. orta kulak. iç kulak...
.