bazı şarkılar vardır, cızırtılı bir yağmur gününü anlatır* - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

bazı şarkılar vardır, cızırtılı bir yağmur gününü anlatır*



bugün yalnızca didem madak okudum. bu akşam çevirip çevirip iris’in ölümü’nü okudum. bir baştan, bir sondan. puslu şarkılara katık ettim şiiri. oysa ne bahar bahçe bir yanım. ne de yaprak döküyor öteki yanım. dengesizim tanrım. dengesiz. birazcık da yorgun. ah hayır! yalan söyledim. biraz değil. çok, haddinden fazla yorgunum. istiap haddini aşmış yük kamyonları gibiyim. oysa yalan büyük günah. ya yaşıyormuş gibi yapmak? zemheri soğunun terkisinde. bugün. sadece didem madak dinledim. ahmet kaya okudum. uzaklara gitmek istedim. boş boş pencereden dışarı baktım. süzülen yağmur damlaları gibi yitip giden hayatımın röntgenini çektim. içinde bulunduğum manasızlığı yine içime sordum. ama o susma hakkını kullandı. ben, anlamını bilmeden bir şarkı daha sevdim. fakat kimseye söylemedim. çünkü bazı şarkılar vardır. uzun, ince bir yolda yürütür insanı. hüznü, kederi ve sevinci aynı anda yaşatır. bazı şarkılar vardır. karla karışık yağan yağmurlu bir gün gibidir. arada kar toplamak için güneşi gösterir. sonrası kar kıyamet. sonrası... 

..
ve şimdi aklımda bir şey var. karanlık, uzun bir yol. mevsimsiz. kokusuz. çok uzak bir diyar. ama renkli. üç renkli. sanki dünyada sadece bu üç renk varmış gibi. gecenin zift siyahı. parlak bir mavi ve yoldaki ışıkların sarısı. bir de işte, kafası kesik tavuk gibi çırpınıp sağa sola koşuşturan insanlar. bir bir sayıyorum onları. iki, üç, beş, sekiz. tam on iki siyah kafa. gecenin ayazında. bir şeyler konuşuyorlar. her kafadan ayrı ses çıkıyor. hiç bir şey anlamıyorum. otobüsün, her biri kendi bağımsızlığını ilan etmiş yağmur damlalarıyla dolu camından dışarıya bakıyorum. babam yolun ortasında. öylece bekliyor. sağ elinin işaret ve orta parmağı arasına sıkıştırdığı, yarısı bitmiş maltepe sigarasıyla el sallıyor. babamın pantolonu siyah olmalı. belden yukarısı görünüyor sadece. montu mavi. parlement mavisi. yüzü? yüzü; aydınlık. çok aydınlık. güneşten bile. heyecanla ve tüm çocuk korkumla bağırıyorum. “ezileceksin, çekil kenara.” duyuramıyorum sesimi. kendime bile. karşıdan kocaman ışıklarıyla, devasa bir şey geliyor. alıp götürüyor babamı. babamla birlikte herkes, her şey kayboluyor. o koşturan konuşan adamlar yok. otobüs yok. sarı ışıklar yok. yapraklarını döken ağaçlar yok. bir tek kış sabahının karanlığı ve cızırtılı bir yağmur var.
..
yalan yok şimdi. özledim. çok özledim onu. şimdi gelse ve doktor kesal’in hikayesindekiler gibi başımı göğsüne koysam. ve sarılsam. hiç sevmediğim sigara kokusunun, üzerine sindiği gri süveterine yaslasam başımı. hiç konuşmadan öylece dursam diyorum. öylece.
evet, ercan kesal’in peri gazozu’nu okuyorum bugünlerde. doğrusu fazla uzağa gidemedim. kitabın hemen başında, kesal’in babasıyla olan siyah beyaz fotoğrafında tıkandım kaldım. ne öyle bir fotoğrafımız vardı. ne başımı göğsüne yaslamışlığım. ama anılarım var elbet. taze anılarım. şimdi diyorum o gri süveteriyle gelse başımı göğsüne yaslasam.
..
eski, son kullanma tarihi dolmak üzere olan dolmuşun silecekleri karla karışan yağmura yetişmeye çalışıyor akşamın ayazında. çok kalabalık değiliz. üşüyen üç beş kişiyiz. şoför dahil. afrika hariç. bu akşam işler kesat. sanki herkes işinden gücünden kaytarmış gibi. normalde balık istifinden hallice oluruz bu iş çıkışı saatlerde. şoför işsizlikten bozuk paraları sayıyor şıkır şıkır. yirmi beş kuruşları ayrı, elli kuruşları ayrı, bir liraları başka bölmelere koyuyor pür dikkat. hemen yanındayım. belgesel izler gibi onu seyrediyorum. fakat sinirli çok. az olan yolcu sayısına mı, hayattaki talihine mi, yağmura mı yoksa akmayan trafiğe mi kızgın belli değil. on beş saniyede bir offluyor. gereksiz yere önündeki ardındaki şoförlerle hırlaşıyor. arada “bıktım artık” diye hayıflanıyor. en son, yolun sağında yolcu alırken arkadan zaart zaart kornaya basan sabırsıza başını camdan çıkarıp “ ne var lan?” diye bağırdı. arkadaki bir daha kornaya basmadı. bizimki vitesi hışımla ileri atıp “adamın başını belaya sokar bunlar” dedi. peşinden de radyoyu açtı. radyodaki yumuşak sesli hanım solistimiz ‘bülbülüm altın kafeste, öter aheste aheste’yi söylüyordu. şarkının ağırlığı tüm benliğimi sardı. içerisi daha sıcaktı şimdi. ve ağırlaşan göz kapaklarıma karşı koymak istemiyordum. zira herkes gibi ben de çok yorgundum. herkes gibi uzaklara gitmek istiyordum. çok uzaklara.
.
2019, üç aralık 
..
*didem madak - iris’in ölümü