ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle
bir yol kenarına bıraksam
edip cansever
sanki yüzyıldır güneşe çıkmamış gibi. ve sanki bir şekilde kayıp olan hafızanın yeni yeni uyanması gibi. yahut üstümüzden kuş yerine tank geçmiş gibi. okumayı ve yazmayı yeni öğrenir gibi. her gün yazmak için oturup hiç bir şey yazamadan masadan kalkmak gibi. tüm bu yaşananların, hissedilenlerin bir adı olmalıydı. ve anlatmanın bir yolu, bir yordamı?
yazmalıydı.
ama nasıl?
devam etmeliydi.
ama niçin?
bunca duygu. hem kim için?
oysa ceplerim ve dahi eteklerim taşlarla dolu. herkese yetecek kadar öfkem de var. çaresizliğim de...
bazen ve artık katlanmak daha zor geliyor. bayağılıklar, adilikler eskiden gizlice yapılırdı. çünkü az da olsa kötü de olsalar insanların bir ar damarı, utanma duygusu vardı. sizin mahalle bizim mahalle ya da a partisi b partisi fark etmiyor. şimdi artık bütün bayağılıklar kör gözüne parmak biçimde açık seçik beyan ediliyor. utanmıyorlar. çünkü binlerce belki milyonlarca şakşakçıları hazır. nasılsa hafıza-ı beşer nisyan ile maluldü. hem unutulmasa da sorun değildi. dün dündü, bugün bugündü bu coğrafyanın siyasi ve ahlâki kaderinde..
hal böyleyken üstüne karpuz gibi ortadan ikiye, üçe ayrılmış memleket-i ahval. zaten ümitsizliğimin asıl sebebi de bu. çünkü yok birbirimizden farkımız. maalesef "ayak ne ise baş da o!" siyasi ikbal, mevki makam koşucularının peşine takılmış parçalanmış topluluklar. isimler ve cisimler zaman zaman yer değiştiriyorlar ama "amaç" değişmiyor. bu düzen değişecek diye gelen kendisi değişiyor. düzene teslim oluyor. acı olan da bu. böyle gelmiş, böyle gidiyor. o yüzden benim artık pek umudum kalmadı. temel fıkrasındaki gibi.
beni tanıdılar. siz devam edin uşaklar...
beni tanıdılar. siz devam edin uşaklar...
..
mart güneşi yazdırdı bana tüm bunları.
ve olanlar. olmayanlar. yaşananlar. yaşanmayanlar. olması muhtemeller. hepsi için irili ufaklı taşlarım vardı. lakin taşı atmak için elimi kaldırdığım her seferinde kendi günahlarım geldi aklıma.
atamadım.
ve olanlar. olmayanlar. yaşananlar. yaşanmayanlar. olması muhtemeller. hepsi için irili ufaklı taşlarım vardı. lakin taşı atmak için elimi kaldırdığım her seferinde kendi günahlarım geldi aklıma.
atamadım.
cebime koydum.
yazmak istediğimde kendimle ve dünya ile ilgili on bir ilde hayatta kalanlar geldi aklıma.
yazamadım.
kırdım kalemimin ucunu.
her özlediğimde seni ama çok özlediğimde bir kez mektubun başına geçip. seni çok özledim yazdım. kati ve kesin veda cümlelerimiz geldi aklıma.
yollayamadım.
gönderilmemiş mektupların arasına koydum.
dışarı her çıktığımda en az on bin adım atmaya özen gösterdim. fakat yarım kalan anılarım geldi aklıma her çıkışımda. çok fazla uzaklaşamadım. kırık ve yorgun bir bulut gibi beş bin adımdan geri döndüm.
...
ama bir yerden başlamak lazımdı. bugün işte çok yazmak istedim. eski günleri aradım balkonumda. o balkon ki kir içinde. en az iki kere yıkanmalıydı. ama yıkamadım. sadece yazmak istedim. çok yazmak istedim. kelimelerin ve güneşin iyileştiriciliğine inanmak istedim. şimdi bir yabancı gibi uzanmış olan burgazada'yı yeniden tanımak istedim. kuşların eski, şakacı kimliğine dönmesini istedim. çok şey istedim biliyorum. ama gördüğüm rüyaların da bir anlamı olsun istedim. ve dün geceki gibi bir daha gül istedim..
...
bu boşlukta diyorum çok kitap okudum. az film izledim. ne içeriye ne dışarıya sığabildim. öyle ki çok sevdiğim kadıköy'e yabancı bir şehre gider gidip işimi halledip çok çabuk döndüm her defasında.
peyami safa'nın mahşer'ini bitirdim. 105.sayfada şok oldum. bizi, bu memleketi şahaneyi o kadar iyi tarif ediyordu ki niye bu kadar şaşırdığıma şaşırdım! aslında yöneten ve yönetilenlere dair hiçbir şeyin değişmediğini değişenin sadece takvim yaprakları olduğunu gördüm.
öte yandan dün izlediğim isveç replikası hollywood yapımı a man called otto filminde hem şimdiki hem yaşlı halimi de gördüm.
hatta daha az evvel apartman girişine yolu kapatacak şekilde bırakılan martı ve sahibine bastım kalayı. keza asansörde sigara içen hayvana. çünkü otto gibi kurallara harfiyen uyuyorum. ve "insan" olanlardan da aynı saygıyı bekliyorum. olmayınca işte cinnete beş kalıyor.
bir vakit bu blogda şuna benzer bir şey demiştim finlandiya hayranlığım için; bu kadar kaosa alışmış biri olarak oradaki düzen, intizamda kafayı yer insan. ama fikrimi değiştirdim. istanbul'dan gitmek ve bana artık bir finlandiya, bir danimarka lazım..
film diyordum; 2015 yapımı isveçlisini de izlemiştim. ama bu kadar duygulandığımı anımsamıyorum. boğaza yumru bırakan filmlerden a man called otto. ya da ben çok duygusalım bu aralar bilemiyorum.
hatta daha az evvel apartman girişine yolu kapatacak şekilde bırakılan martı ve sahibine bastım kalayı. keza asansörde sigara içen hayvana. çünkü otto gibi kurallara harfiyen uyuyorum. ve "insan" olanlardan da aynı saygıyı bekliyorum. olmayınca işte cinnete beş kalıyor.
bir vakit bu blogda şuna benzer bir şey demiştim finlandiya hayranlığım için; bu kadar kaosa alışmış biri olarak oradaki düzen, intizamda kafayı yer insan. ama fikrimi değiştirdim. istanbul'dan gitmek ve bana artık bir finlandiya, bir danimarka lazım..
film diyordum; 2015 yapımı isveçlisini de izlemiştim. ama bu kadar duygulandığımı anımsamıyorum. boğaza yumru bırakan filmlerden a man called otto. ya da ben çok duygusalım bu aralar bilemiyorum.
..
güneş bulutlara teslim olmuşken, lodos yüzümü okşarken şimdi gaye su akyol, o duru sesiyle ne güzel söylüyor biliyorum'u. ama daha evvel de söylemiştim.
ben hiçbir şey bilmiyorum..
ben hiçbir şey bilmiyorum..
hiç. bir. şey.