ne diyordu martin eden; “
haritasız ve pusulasız, tanımadığım bir denizin ortasında kalan gemici gibiyim.” biraz öyleyim. biraz böyle ben de. iki gün önce döndüm tatilden. jetlag yemiş yolcu yahut vurgun yemiş sünger avcısı gibiyim biraz da. bıraktığım yerden otomatiği açtım. doğrusu bu ya kendisi açıldı. kaosa, neme, trafiğe ve gürültüye adapte olmakta zorluk çekmedi bünye. zamanında büyükşehir antikoru sağlam oluşmuş anlaşılan. lakin yine de ilk gün üç saatlik uykuyla işe geldim. eskisi gibi, sabah işe gidiyorum. akşam, eve dönüyorum. izindeyken birikmiş dosyalarla tutkulu aşıklar gibi bir süre bakışıyoruz, içlerinden acil olanları seçip yapıyorum. bir iki arkadaşla tatil ve robotluk üzerine soğuk şakalar yapıp sonra yemeğe gidiyorum. öğleden sonra yine bir iki acil iş, tutkulu bakışma, soğuk espri derken akşam oluyor. zavallı bedenim farkında değil hiç bir şeyin. git diyorlar gidiyor. gel diyorlar geliyor garibim. yap deyince de yapıyor. ama işte kalp öyle değil. yalnış giden bir şeyin olduğunun farkında. iki gündür bir yumruk gibi kursakta bekleyen, şoför arkasındaki direğe yapışmış metrobüs yolcusu gibi bir milim ilerlemeyen tarifsiz his bir şeyler anlatmaya çalışıyor. ama konuşamıyor zavallı. ancak yaşanmışlıkları, bir film şeridi gibi geri sarıp tekrar tekrar inceleyip bir yorumda bulunmak gerek.
öyle yapıyorum.
matematiğim iyi olmasa da bileşenleri sadeleştiriyorum. ve seçenekleri ikiye indiriyorum.
sonuç; ya diyorum geçmişte işlediğim günahların ceremesi, suçluluğu su yüzüne çıkıyor ya da hayatımı şekillendiren o çatallı yoldaki (yüzde yüz benim olmayan) kararımın sancıları önce mideme sonra kursağıma baskı yapıyor. her zamanki gibi bu adı konulmamış sıkıntının geçmesi ümidiyle ama daha çok çıkacak iftazatı merak ettiğim için mutfaktan bir bardak çay alıp yazmaya başladım.
geçti mi?
elbette ki geçmedi.
yine de çok yazasım var.
ama önce bir bardak daha çay almam lazım..
..