tedbir amaçlı dışarıda bekletiyorlar. sırası geleni, bahçeye açılan gri duvarlı, beyaz panjurlu bir pencereden ismini okuyarak içeri çağırıyorlar. ama çağırmadan, dışarıya göndermeden önce form doldurtuyorlar. üzerimde platin, kalp pili namına metal aksam var mı soruyorlar. yok diyorum. formdaki bir kaç soruya daha hayır diyerek imzamı atıp bekle dedikleri bahçeye çıkıyorum. dışarıda iki bank, beş insan var. ben hariç. dördü oturuyor, biri ayakta. ben kararsızım. bir müddet volta atıyorum geniş bahçede. sonra beton kaldırıma çöküyorum. çocukluk kodlarıma isyan edip karnımın ağrıyabileceğine aldırmadan. öte yandan, devlet hastanesi de olsa 21.yüzyıldaki bu garabeti çok fazla sorgulamak gelmiyor aklıma. bizim sağlığımız için deyip geçiştiriyorum. biraz sonra pencere açılıyor. bekleyenler arasında birinci sıradaki şanslı isim söyleniyor. cevap bekleniyor olacak ki bir kez daha, yüksek ve bezmiş bir tonda okunuyor aynı isim. geliyorum diyor refakatçisinin kolunda ağır aksak adımlarla yürüyen o kişi. geliyorum. biz kalan üç dört kişi razıyız kederimize, bekliyoruz. alışkınız. gidenin ardından gayrı ihtiyari bakmayı da ihmal etmiyoruz. sonra kaldırımdan banka terfi ediyorum. adımın okunmasını bekliyorum. neden sonra söyleniyor ismim. bu soğuk ve mesafeli devlet sesinin ikinci kez adımı telaffuz etmesine izin vermiyorum. geldim diye bağırırken koşar adım içeri giriyorum. filmimi çekecek görevli önce adımı teyit ediyor. sonra şu dinlenme tesislerindeki masaj koltuklarına benzer bir nesnede oturup beklememi söylüyor. içerideki hasta son mr resitallerini dinlemekte çünkü. ses yani gürültü dışarıya kadar geliyor. bir an yaşayacaklarım aklıma geliyor, midem bulanıyor, içim ürperiyor. anılarım depreşiyor. babamı özlüyorum. içerideki hasta çıkıyor. görevli kemer dahil metal aksam ne varsa soyun diyor, kabini işaret ederek. soyunup içeri giriyorum. daha önce bir kaç kez girmeme rağmen mr makinesini garipsiyorum bu kez. uzaya gitmeye hazırlanan astronot gibiyim. omzundan içeri devasa bir motosiklet kaskı geçirip kafamın altına yastık koyup fırına pide sürer gibi mr boşluğuna yolluyor beni teknisyen. göndermeden evvel; “sesli çekim olacak, bilginiz olsun.” deyince bir an için boş bulundum. karşılıklı konuşacağız sandım şimdi yalan yok. lakin darbeli matkap sesleri beynimi skmeye başlayınca kendime kızdım. hay ben senin algını seveyim dedim. kendimle kavgamı, sabah sisinde uyarı sireni çalan boğaz vapurlarının düdüğünden daha iğrenç ve yüksek bir ses ayırdı. sonra en sert rock’n rollculardan daha sert ve anlamsız davul ve bateri sesleri, sonra yine matkap bazen dişçinin bütün sinirlerimi koparan o gıy gıy sesi. dünyada duymak istemediğim ne kadar ses varsa hepsi kafamın içine hatta tüm kılcal damarlarına zerk olmuştu. ağzımı ve burnumu kapatan maskeleri saymıyorum bile. evet tedbirin ve eşeğin bi’tarafına su kaçırıp içeri çift maskeyle girme gafletinde bulundum. sonra da ağzımı burnumu tuhaf şekillere sokup maskeden kurtulmaya çalıştım. çekimden önce sakın kımıldama diyen teknisyene de pavlov’un iti gibi şartlandığımdan kolumu kullanamadım. haliyle maskeyi çıkaramadım. yorulmuştum. sonunda pes edip kendimi bıraktım. gözlerimi kapattıktan bir süre sonra elimde bir sıcaklık, odada güçlü bir aydınlık oluştu. biri elimi sıkıyordu. kuvvetliydi. sıcak ve samimiydi. göz kapaklarım sanki bantla yapıştırılmış gibi ağırdı, güçlükle baktım aradan. ama nasıl olurdu? babam parlament mavisi montu ve kendi has gülümsemesiyle başımda dikilmiş bana bakıyordu. tıpkı yıllar yıllar önce ilk mr çekimime girerken olduğu gibi. ve hiç değişmemişti. hatta saçları benimkinden çoktu ve daha siyahtı. ama biraz üzgün gibiydi. lakin şefkati ve sevgisi aynıydı. sağ eliyle sağ elimi tutarken sol eliyle başımı sıvazlayıp şimdi gitmem lazım diyerek ve geldiği ışığın içine girerek yavaş yavaş gözden kaybolurken başlarım tembihine de, kurallarını da diyerek kollarımı açıp gitme demek istedim. diyemedim. omuzlarımdan, yattığım yere çivilenmiş gibiydim. değil kollarımı hiç bir yerimi oynatamıyordum. bu sefer avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. doğrusu denedim. ama sesim de çıkmıyordu. tam bir çıkmazdaydım. oysa babam saniyeler önce çıkıp gitmişti bir kez daha. yine, yeniden. yalnız ve üzgündüm. yanaklarımdan süzülen ıslaklığını hissettiğimde ise büyük bir gürültü tekrar başladı. kafamın içinde asfalt kazıyorlardı sanki. gürültü bir süre daha devam ettikten sonra teknisyen beni tünelden çıkardı. “sonuçlar ne zaman çıkar?” dedim. “haftaya salı doktorunuza düşer.” dedi. teşekkür edip giderken gri ve hastalık kokan koridorlarda yeni bir hastanın ismi yankılanıyordu; mücver saadet, mücver saadet..
.