içimdeki buhran geçsin diye sahile iniyorum, esen tatlı yaz rüzgarlarına rağmen geçmiyor. adaların arkasını kaplayan sis yığınına ve masmavi denize odaklanıyorum. sisler arasından çıkan gemi ve motorları saydığım halde yine geçmiyor sıkıntım. yorgunluk kahvesi. bir tutam müzik. bir kaç pragraf cümle okumak.. yok hala kafam ve içim yerli yerinde değil. tam o sırada ıssız arıyor. karşıya geçelim diyor. kabul etmiyorum. sahilde yalnız ne yapıyorsun oğlum diyor. anlamıyor. yalnızlıktan nefret eder. tadını alsa en çok o sevecek. ama bilmiyor. “ben de sıkıldım zaten eve dönüyorum” dedim. dediğimi de yaptım. kendi çayımı kendim gibi değil bu kez babam gibi demledim. biraz babamı özledim. biraz eski günleri. çayla birlikte uzun zaman sonra ilk kez bir film izledim. iki saat on dakika sürdü. fena değildi. buram buram yavşak israil propagandası koksa da sıkılmadan izledim. sonundaki müziği de çok sevdim. akşama belki bir tane daha hatta belki gece bir tane daha film izlerim. eski alışkanlıklarımı diyorum böyle tekrarlarla belki geri kazanırım. yarın da hafız’la buluşacağım. altı ay sonra ilk kez. oysa bir, en fazla bir buçuk ay uzardı abisi fikoyla birlikte buluşmalarımız. aylardır hücrelerimi saran şu atalet duygusundan kurtulursam belki ağustosla da baş edebilirim hem. ama işte özlemlerimle nasıl başa çıkabilirim bak onu bilmiyorum sevgili viktor. onu çünkü hiç bilmiyorum. ama işte şu yazı çizi işleri var ya bir kaç saatliğine de olsa ayağını ve ruhunu yerden kesiyor insanın. bu dünyadan alıp orta dünyaya, oradan kış tepesine ve nihayet hep hayalini kurduğum; yeşilin her tonunun, eşsiz maviliğe hem dik hem paralel uzandığı, etrafta klmsenin olmadığı, sadece dalga seslerinin duyulduğu, bu dünyadaki cennetime götürüyor. elbet anlamını bile bilmeden sevdiğimiz şarkılar eşliğinde. ama ve oysa daha gitmediğim, görmediğim nice yerler var benim. üstelik gitmesem de görmesem de çok seveceğimden emin olduğum. misal daha dün, yıllar sonra beni facebooktan bulup arkadaşlığımızı tekrar harlandıran arkadaşım gökçeada’yı öyle bir anlattı ki az daha kaza yapıyordum. çünkü cuma akşamıydı. istanbul ve trafiği çılgın atıyordu her zaman ki gibi. kaderime yahut cesaretsizliğime ve bahanelerime söverken kırmızı yanmış. öndeki mercedese vurmama ramak kala durdum. kerem dedim lütfen bu bahsi kapatalım. yoksa benim ayarlarım bozuluyor. çıplak vatandaş gibi arabayı bırakıp asfalt ortasında koşasım geliyor dedim. güldü, dalga geçti pezevenk. “ooo dedi sen asıl eylül’de göreceksin oraları. tam senin istediğin kıvama geliyor. hem daha bunun bozcaada’sı, datça’sı, kaş’ı var” dediğini hatırlıyorum en son. kendime geldiğimde nasıl becerdiysem benzinliğe çekmişim arabayı. ve içeride son ses amy winehouse çalıyordu. hemen sonra zarifoğlu düştü aklıma, onun gibi mutluluk üzerine bir cümle söylemeyi düşündüm. bulamadım.
.