sevgili jonas;
anlamını
bilmediğim şarkıların peşindeyim yine. yabancı dilim pek iyi olmadığı için
şarkıları dilime değil ruhuma dolandırıyorum. daha çok ama -hâlâ tam tarifini
bulamadığım- kısık ya da çatal sesli diyebileceğim hani terli terli soğuk su
içmiş de sesi kısılmış gibi çıkan kim olursa, ne söylerse söylesin meftun olma
hastalığım var. acaba bu hastalık mıdır? ya da nedir, mesele nedir? hiç
bilmiyorum..
.
kartpostalları,
yazmayı, şarkıları, kuşları ve rayları hep sevdim. çok sevdim..
.
kadıköy'ü de
çok seviyorum. ama şu cumartesi kalabalığından aynı oranda nefret ediyorum.
acaba
diyorum, eskiden hava kirliliği için yapılan tek-çift plaka uygulaması gibi tc
kimlik numarası uygulaması mı yapsak ? mesela tc kimlik numarasının son
numarası çift hane olanlar bu cumartesi tek haneli olanlar gelecek cumartesi
kadıköy'e çıksınlar. bakırköy için de aynısını yapalım. orası da çok kalabalık.
ha evet liberalizm, hümanizm, modernizm, feminizm, erotizm, hede
hödö. ama canım ablacım yolda yürümeyi bilmiyoruz vallahi de bilmiyoruz billahi
de. ne yolda yürümesini, ne parkta koşmasını. geliş gidiş çift kişilik
kaldırımlarda üç arkadaş yan yana yürüyoruz. karşıdan gelenden bize yol
vermesini bekliyoruz yahut aynı iki kişilikte yolun solundan yürüyoruz. e ben
sağdan yürüyünce. küt çarpışıyoruz. çünkü çekilmiyorum kenara..
.
sevmek
derken, balık yemeyi de çok severim. ama anlamam tazesinden bayatından. belki
sırf bu yüzden, bana bayat balıkları kakalamasın diye beyaz sakallı tezgahtarla
iyi geçinmeye çalışıyorum. her seferinde kasaya paramı ödeyip bordo-mavi
şapkalı paketçiden "uzağa gideceğim size zahmet bir poşete daha
koyalım" dediğim çift poşetli balığı aldıktan sonra sırtı bana dönük olsa
da kolay gelsin diyorum beyaz sakallı'ya. o da "teşekkürler efendim,
afiyet olsun, yine bekleriz" le başlayan cümlelerle uğurluyor beni. o
kadar çok insan arasından beni tanıyor mu diye merak ederim bazen. çünkü
her zaman ondan almam balığı. 2 ya da üç haftada uğrarım. her seferinde
tanıyormuş gibi bakıyor suratıma. hatta tezgahına bakmadan yanından geçtiğim
vakitler de öyle bakıyor. adam beni tanıyor bence. o yüzden iyi geçinmeyelim..
.
sabah,
yalnız bir martı gördüm arka pencerede. kapı ve pencereleri boyuyordum. bir
süre öylece onu izledim. çünkü benjamin'i hatırlattı bana. sonra yalnız bir karga gördüm
karşı çatıda. o bir şey hatırlatmadı. bir vakit sonra martıyı da kargayı da
unuttum. boyamaya devam ettim. içeride açık olan tvden sıla'nın hüzün dolu sesi
geldi. o'nu düşündüm. şimdi burada olsaydı beraber boyardık dedim
içimden. tıpkı filmlerdeki gibi. kapı ve pencereleri boyarken birbirimizi de
boyardık. filmlerdeki gibi yine. evet. bazen bu da şans diyorum. hayır hayır
şans değil bir lütuf...
lütuf, doğru
kelime. bunları düşünebilmek. gülümseyebilmek. hüzün de verse. hiç
olmayabilirdi zira. tıpkı kış güneşi gibi. düşünsene sevgili jonas,
hayatımızda bugünkü gibi kış güneşinin olmadığını. cumartesimizi ve
içimizi ısıtmadığını. ne yavan bir hayatımız olurdu öyle değil mi?
başka şeyler
de yaptım bugün. o'nu düşündüm mesela! hatta bir ara gördüğümü sandım. lakin
imkansızdı. alkım'da olamazdı. bir an için. öyle sandım. kalp yanılsamasıydı
sanırım.
sonra
hayaller kurdum yine. hem yürüdüm. hem düşündüm. bir ara şu anketçi gençlere
üzüldüm. çabucak unuttum ama onları. sakız gülü'nden aşağı salınırken bir adam
bana baktı. uzun uzun baktı. bir şey diyecekmiş gibi baktı. sonra
"karıştırdım galiba" deyip hızla uzaklaştı yanımdan. ardından
bakmadım. belki o da ardına döner de bu sefer tanır diye. ben zaten tanımadım.
konuşmak istemiyordum kimseyle. karnım da acıkmıştı hem. her zamanki mekana
gittim. her zamanki menüyü söyledim. her zamanki gibi turşusu bol olsun dedim.
kasadaki görevli her zamanki zoraki gülümsemesiyle "afiyet olsun"
dedi. ikinci kata çıktım. her zamanki gibi. televizyonun altındaki masaya
oturdum. kalabalık sayılmazdı. karşı masada çekirdek bir aile, çaprazımda
otuzlarında esmer bir kadın, hemen sağımda flörtöz bir çift vardı. yemekli
vagonun birbirine yabancı yolcuları gibiydik adeta. kâh hareketli, kâh
romantik parçalar çalan televizyonun ismini bilmediğin müzik kanalı fon
müziğimizi oluşturuyordu. herkes yemeği ile uğraşırken ben frenlenemez bir
alışkanlıkla onları izliyordum. haklarında uydurduğum hikayelerle gerçek
hikayelerinin ne kadar örtüştüğünü merak ediyordum. fakat bunu asla
bilemeyecektim. zaten bir süre sonra bunları da unutacaktım. son tahlilde
sevgili jonas, sıradan bir cumartesi öğleden sonrasıydı. imany televizyonda
seat with me diyordu.
.
.
.