"fener n'aptı akşam?"
"memleket gibi. 0-3.
"sana bi'şi olmasın abim. bugün fener gibiyim n'olur üstüme gelme" dedim.
"cuma gecesi halı sahayı unutma ama" diye bağırdı ben çıkarken peşimden
anladım dercesine, obama gibi sağ elimi kaldırdım karşı kaldırımdan.
sekizyirmide kahvaltıyı bitirdim. sekizotuzüçte ve asansörde, zemin kat yerine bulunduğum katın numarasına bastım. "yine ne ara bozuldu bu hergele" diye söylenirken sekizotuzdörtte salaklığımın farkına vardım. sekizotuzyedide önce gölgemle kavga ettim sonra bir minibüsçüye küfür ettim. otobüse sekizkırkbirde son anda yetiştim. sekizkırkikide, hayatımda ilk kez birisi için fazla akbilimi bastım. çünkü çok güzeldi. tabiki de verdiği iki lirayı almadım. teşekkür etti mahçup. rica ettim gururlu. bir durak sonra inince başlamadan biten bir aşka sekizkırkdörtte şahit oldu bir otobüs dolusu insan. şoför hariç. o güvenliğimiz için önüne bakmak zorundaydı. kız çok güzeldi ama ben biraz üşengeç, biraz ali desidero'ydum. öylesine imkansızdı aşkımız. dokuzsıfırüçte çarşıda indim. önce sola, sonra yine sola bakıp osmanağa camii yanına geçtim. geçmez olaydım. beş dakikalık akbil aşkım öyle narin, öyle aşık olunası salınıyor iskeleye doğru. " yok artık tanrım" diye sesli ünledim. durmadım, yüzümü camiye dönüp "allahım hikmetinden elbet sual olunmaz lakin daha ne kadar sürecek bu imtihanlar" dedim bu sefer içimden. ama yok, kesin serap görüyorumdur bu kırkderece istanbul'unda. iki adım ötede buz gibi soğuk su satan çocuğu çağırdım hemen. parmağımla işaret edip "şu kıza iyi bak " dedim. "hangi kıza abi" dedi. sıcak değil de işte rutubet...
dokuzsıfıryedide metrodan içeri girdim. oh misss. köşede bir gitarist. sarı gelini çalıyor. keşke ben de çalabilseydim böyle şeyler. saat evet. iyi ki hatırlattınız bayım; dokuzsıfırsekiz. dörtlü yerine sekizli vagonun gelmesine dokuzonbeşte çok sevindim. köşe bir koltuğa kurulup hemen akabinde çantamdaki kitabı çıkardım. "simsiyah" imla hatalarına rağmen istanbul trafiğinden hızlı akıyor. fikret tok'un başarısız intihar girişimine tanık olduğumda mekanik ses ineceğim istasyonun adını tekerledi. apar topar indim metrodan. aklım fikret tok'ta kalmıştı. yasemin alev'i ayrı merak ediyordum. ezberlenmiş, motorik adımlarla ama bilinçsizce üç yürüyen merdiveni aşıp yeryüzünün cehennemvari sıcağını hissettiğimde dokuzotuzdokuzdu saatim. ofisten içeri girdiğimde dokuzkırkbeş. meslekten soğumaya başladığımda ise onüçkırkbeş. daha fazla dayanamadım. biraz yemek yiyip iki bardak çay içtikten sonra geldiğim yolu dörtlü vagonla, yasemin alev'i merak ederek ama en çok da geçmeyen iç sıkıntımla savaşarak gerisin geri döndüm. laptop ağır olmasaydı sahile inerdim. belki de inmezdim. çünkü hiç keyfim yoktu. direk balkona çıktım. biraz dönüşte hiç okumadığım kitabı okudum. biraz yoldan geçenleri izledim. sıkıldım. sıkıntımla birlikte içeriye gidip çay demledim. gündüz uyuyanları hep kıskanmıştım. uyumak istedi canım. gecede uyumamıştım. hem belki sıkıntım da geçerdi. ama geçmedi. uyuyamadım. otuzdört dakika beyaz tavanı izledim. kalktım. çaya baktım. bıraktığım gibi duruyordu. ama çok güzel kokuyordu. elimi yüzümü yıkarsam açılırım dedim. yıkadım. açılmadım. balkona çıktım. tarifeli vapur seferi gibi belli aralıklarla esen rüzgar iyi gelir gibi oldu. biraz daha kitap okudum. biraz daha insan izledim. çay geldi aklıma. içeri girdim. dışarı çıkmadan evvel açtığım ntvde göksel sen orda yoksun'u söylüyordu. göksel'i çok seviyordum. oturdum. biraz klibini izledim. galiba şile'de çekilmişti. bir tek ağlayan kaya plajını biliyordum oraların. ama şileydi işte basbayağı. belki de ağvaydı? bilemiyorum. bildiğim; çayı yine unuttum. sıkıntım ama sabahtan beri içimde baki. ve yüzyıllık uykum bayım. eylül'e kadar uyumak istiyorum şimdi. gelince beni uyandırın olur mu. saat mi? yirmiotuziki.
.
göksel-sen orda yoksun
.
göksel-sen orda yoksun