sabah
önemli bir karar arefesinde hissediyordum kendimi. ihtiyacım olan
biraz cesaret. belki biraz vurdumduymazlıktı. o'nu karşıma alıp ; "gidiyorum
ben şu şehirden , herkesten, her şeyden ve hatta kendimden gidiyorum"
diyecektim. yayınlanmamış yazılarımı, defterlerimi, kitaplarımı, filmlerimi. her şeyimi işte. kendimi bile bırakarak
ardımda hatta. evet kendimi bile. çok büyük gafletti çünkü acımasızca gelip geçen günlerin insiyatifine bırakmak bir
hayatı..
olmadı. yapamadım yine...
...
öğle
inceden kar yağıyor şimdi burada. pencerenin kenarında ayakta
dikiliyorum. mayıs polenleri gibi gelişigüzel ve tane tane düşüyorlar. dans eder gibi bazen sağa sola ve yukarı aşağıya. şu an dünyanın en mutlu varlıklarının onlar olduğuna yemin edebilirim.
arabaların beyaza bulanmasını izliyorum bir yandan. metalik gri, lacivert, füme,
siyah arabalar beyazlaşıyorlar azar azar. beyazlar zaten beyaz. hemen
penceremin altındaki yeşil çimenler direniyorlar lakin çok fazla şansları yok.
gözü yaşlı birer çocuk gibiler şimdilik. göz gözü görüyor fakat elli
metre ötesi seçilmiyor. biraz puslu ve gri. aslına bakarsan düşüncelerim de
öyle. kar gibi yağıyorlar hep zihnime zihnime. bu açmaza geleceğimi bile
bile bekledim kalorifer ve camın kavuştuğu noktada. kim bilir, belki de
başka güzel şeyler gelir aklıma diye. gelecek hayallerim de olabilirdi
hem. oysa boş yere bekledim. olmadı yine. gelmedi hiç biri. yalnızlığımdan başka...
...
ikindi
burayı okuyan kaç insansınsınız ya da bu ısrarlı takip niye
bilmiyorum ama farkında mısınız tehlikenin!! her yeni yazıdaki tekrarları, artan
melankoli katsayısını, sıradanlıktan öte bir şey vaadetmediğini kelimelerimin.
her fâni gibi bazen ben de takılırım bunlara. ama sonra cevabımı yine kendim
veririm. yüzlerce blog arasından sadece üç beşini belleyip okuduğum anlar gelir
aklıma. susarım.
her gün yazmak istiyorum aslında ne olursa olsun diyerek,
umursamadan hiç bir şeyi lakin kendimden, kelimelerimden sıkılmaktan o "bulantı
hissini " kaybetmekten korkuyorum sanırım.
sıradan hayatımı, kelimelerle
oynayarak renklendirmeye çabalıyorum. zira ötesini yapacak cesaretim yok.
zamanında içimdeki cunta, anayasanın değiştirilmez maddeleri gibi pranga vurmuş
vicdanıma. benliğime.
oysa ben her sonbahar ayaklanırım. bu sefer
tamam derim. bu sefer tamam. içimdeki özgürlük rüzgarlarına
kapılırım. ama sonra..
sonrası insan kendinden korkar mı?
kağıdı
kalemi alır, yazar durur, yazar durur. gidemem yazar dururum sadece.
ve fakat her yazı eyleminden önce bir şarkı seçerim kendime. yazı
bitene kadar o şarkı döner durur odamda. misal katil ve maktûl'ü seçtim şimdi.
...
akşam
son üç gündür yarıda bıraktığım üçüncü film oldu words and pictures. oysa ki en sevdiğimdi juliette binoche. clive owen da var üstelik. lakin olmuyor. boşluklar bir türlü dolmuyor.
bir haftadır karar vermemi bekliyorlar. ailem, dostlarım, arkadaşlarım, uzak yakın akrabalarım ve hatta içimdeki o yabancı. artık karar vermelisin diyorlar. hiç bir şey söylemiyorum onlara.yaşlı bir münzevi gibi pencerenin kenarında bensiz geçip giden hayatımı izliyorum sadece. sokaktaki insanları ama en çok da kuşları izliyorum her gün. kuşları çünkü hep sevdim. özgürlüğümün temsilcisi kuşlar. canım kuşlar. kıskanıyorum da bazen onları. kıskanmak demişken yine ve mesela gündüz uyuyabilen insanları kıskanıyorum hâlâ. ve ben de gündüzleri uyuyabilmek istiyorum. hep
uyumak istiyorum. lakin imkanı yok. hem birbirimizi kandırmanın manası da yok. zira hüzünlü bir şarkının içinde eriyip yiteceğim günü
bekliyorum artık.
...
yatsı
sessizlik.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...