yıllar önce bir adam tanımıştım. yine böyle bir bayram günüydü. yanılmıyorsam bayramın üçüncü günüydü. gelen gidenin kalabalığından bunalmış, biraz hava alacağım bahanesiyle evden çıkmıştım. güzel havada cankurtaran'dan sarayburnu'na kadar yürümüş, yorulmuştum. o, sırım gibi boyuna rağmen, iki büklüm kamburu çıkmış bir halde öylece ve sessizce denize bakıyordu kırık bir belediye bankında. yanına ilişirken verdiğim selama başıyla karşılık verdi. otuzlarında kumral, gençten bir adamdı. baktığında, tereddütsüz tüm servetini emanet edebilecek dinginlikte temiz bir yüzü vardı. ama aynı yüzde genç yaşına rağmen yaşanmışlıkların verdiği çizgiler ve saklayamadığı belirgin bir hüzün vardı. sanki iyot kokusuyla hayatta duruyormuşcasına arada derin nefesler alıyor, belli belirsiz gülüyordu. uzaklara , köprünün de ötesine adeta karadenize bakıyordu. neden sonra ben sormadan kendiliğinden anlatmaya başladı.
"çok uzun zaman önce, yirmibirimde bir kız sevdim. ama öyle böyle değil. hani kara sevda derler ya nah işte öyle. adı melek'ti. görsen peri kızı. aslında bir çerkes kızı. biraz deli dolu ama dünyalar iyisi. adı gibi melek bir kız. ben zaten bu deliliğine vuruldum en çok. kimseden lafını esirgemez, sonunda zarar mı ziyan mı gelecek düşünmez, doğru bildiğinden şaşmazdı hiç. trabzon'da, karadeniz teknik üniversitesi'nde matematik öğretmenliği okuyorum o vakitler. ben üçüncü sınıftayım. o ikiye gidiyor. baba parasıyla öğrencilik yapıyoruz tabi. biraz da haytayız. alttan dört dersim vardı. bunlardan birinde aynı sıraya düştük melek'le. trabzonda yaşıyorlar ama dedim ya tam bir çerkes kızı. inat mı inat. deli mi deli. ama işte dünya güzeli. tanıştığımız gün önden üçüncü sıradaydık lineer cebir dersinde. hemen sağımda vakfıkebir'li cemal vardı. yediğimizi içtiğimiz ayrı gitmezdi. alltan derslerimiz bile aynıydı nerdeyse bu laz uşağı ile. biz cemal'le dersi dinlemek yerine kaynatmaya başlayınca sol böğrümde bir acı hissettim. döndüm baktım dünyanın en güzel ama en mavi iki gözü fakat hiddetle bana bakıyor. ilk kurşunlar o gün atıldı. ben de boş durmadım tabi. en masum , en yeşil bakışlarımla karşılık verdim. kim kimi aşık etti önce bilmiyorum ama aramızdaki ateşkes çok çabuk sağlandı ve o günden sonra varsa melek yoksa yine melekti benim için hayat. lakin hiç bir aşk kolay değildi. bizimki de kolay olmadı. ailesi melek'i okul bitince amcazadelerinin bir oğluyla evlendirmek istiyordu. şehirde ikisi market biri pastane olmak üzere üç dükkanları vardı amcazadelerin. çocuk lise ikiden terk ve tek evin tek çocuğuydu. çocuk dediysem eşek kadar adam. yirmibeş yaşında askerliği bitirmiş babasının hediyesi pastaneyi işletiyordu. ama melek en başından ve şiddetle karşı çıkıyordu bu eski usul, çağ dışı evliliğe. ölürüm de evlenmem diyordu. bunların hepsini zaten melek anlattı daha çıktığımızın ilk günü. durum bundan, bundan ibaret, böyle şeylerle uğraşamam dersen anlayışla karşılarım seni diye tüm detayıyla anlattı her şeyi. aynı gün ikinci kez aşık oldum o'na. dürüstlüğüne, dobralığına ama işte en çok bu deli haline, cesaretine, dik duruşuna. önce alnından sonra dudağından öptüm. "ancak ölüm ayırır bizi" dedim. ancak ölüm!
ailesi okulun bitmesini bekliyor. o yüzden pek fazla üstüne gitmiyordu. fakat trabzon küçük şehir. ailesi, başta meleğin çam yarması iki abisi çok geçmeden öğrendi tabi bizi. önümüze çıkan her zorlukta daha çok kenetleniyorduk. bir leyla ile mecnun aşkı değildi belki bizimkisi ama saf bir aşktı. ve ikimizde bunu biliyorduk. melek'in abileri iki kez dişlerimi, bir kez burnumu kırdılar. en son meleğin hediyesi yüzüğün bulunduğu parmağımı kırdıktan sonra; "bana bak lan istanbullu; melek'i bırakacaksın yoksa seni öldürürüz." dedi askerliğini sat komandosu olarak yapmış büyük abisi. tehditler, tehditler. genciz tabi, bizim de kanımız deli akıyor o zamanlar. koca mustafa paşa çocuğuyuz bi'de. kuru gürültüye pabuç bıracak falan değiliz.
"meleksiz ben zaten ölüyüm. öldürün lan ibneler, öldürün aha da başım" dedim uzattım boynumu önlerine. abi kardeş önce şöyle birbirlerine baktılar sonra hiç bir şey demeden çekip gittiler. o günden sonra dayaklarını yemedim. yalan yok özledim de ilk zamanlar. dayak arsızı olmuştum. bir de onlarla didişmek, sevdiğin için sonunda mağlup da olsan savaşmak hoşuma gidiyordu. her seferinde çünkü daha iyi yeniliyordum brecht ibnesinin dediği gibi. burnumu kırdıkları ilk gün melek vazgeçecek gibi oldu. hayır, kendini düşündüğünden değil elbet. kalın kafalı abilerini tanıyordu ve benim dik kafalılığımı biliyordu. ama ben engel oldum. "senin için ölmeyeceksem kim için öleceğim şu dünyada, bırak dedim, bırak ne olacaksa olsun." ne kadar ciddi olduğumu gözlerimin ateşinden anladı. sıkıca sarıldı. ama o güne kadar sarılmadığı kadar sıkı. sımsıkı. toplamda üç dişim bir burnum ve bir parmağım kırıldı ama biz sevdamızdan vazgeçmedik.
hiç geçmedik...."
sustu. uzaklara daldı yine. sıkıntılı bir boşluk oluştu aramızda.
bir kaç dakika sonra utana, sıkıla;
-sigaran var mı benim paket az önce bitti de dedi.
belki efkarlanır da içerim diye mümin efendi'den aldığım ve henüz açmadığım paketi uzattım telaşla.
nemli gözleriyle bana baktı hiç içmemişsin der gibi.
-sorun değil, tiryaki değilim zaten. sende kalabilir dedim.
acı acı gülümsedi.
çabuk bir el hareketiyle paketi açıp içinden bir adet sigarayı aldıktan sonra bana geri uzattı.
ceketinde çakmağını ararken ondan önce davranıp sigarasını ben yaktım.
başıyla teşekkür ettikten sonra, derin bir nefes çekti sigarasından.
ve denize bakarak anlatmaya devam etti.
" fırsat bulabildiğimiz her dakikayı beraber geçiriyorduk. tabi bu vakitlerin çoğu okuldaydı. abilerinin dışarıdaki sıkı takibi devam ediyordu. iki sene bulaşmadılar bize. son sene rüzgar birden tersine döndü. melek'e baskılar yeniden ve artarak başladı. o sene nişan yapmaya kalktılar. bir gün okul çıkışı abileri yine önümüzü kesti. küçük abisi melek'i alıp uzaklaşmak istedi. biz biraz konuşacağız dedi büyük abisi. melek gitmek istemedi önce. abisi yemin billah etti sadece konuşacağız dedi. ben de melek'e gitmesini işaret edince zorla ikna oldu. dediği gibi sadece konuştu komando abi. daha önce çünkü kaba kuvvetle olmamıştı. tatlı dil taktiğini kullanıyordu şimdi. ailelerin kökünden, gelenekten görenekten bahseden sıkıcı bir konuşma yaptı. sevgimize saygı duyduğundan ama verilmiş sözlerden, adetten falan bahsetti. başkası olsa lafı ağzına tıkardım. sonuçta kayınbiraderim olacaktı ileride. sonuna kadar dinledim. bitirince, konuşmadaki tek cümlemi ettim. "melek'le ben evleneceğim, siz isteseniz de istemeseniz de."
başını iki yana olumsuzca salladıktan sonra. sen bilirsin deyip çekip gitti.
ertesi gün cumaydı. melek okula gelmedi. pazartesi de gelmeyince bi'bokluk olduğunu anladım. melek'le aynı mahallede oturan bizim sınıftaki selma'dan o'nu eve hapsettiklerini öğrendim. evlerine nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. iki abisi çıktı karşıma tabi. bu sefer daha öncekilerden fena patakladılar beni. öyle ki öldü sanıp bırakmışlar. gözümü açtığımda hastaneydim. ağzım burnum dağılmış, kaburgalarım kırılmıştı. kırıklar değil de melek'ten haber alamamak, o'nu görememek canımı daha çok acıtıyordu. on gündür hastanede yatıyordum ve melek'ten haber alamıyordum. cemal'e, selma'ya soruyordum. onlar da gözleri yerde biz de haber alamıyoruz en son samsun'a teyzesinin yanına gönderdiklerini duyduk dediler. bir şeyler saklıyor gibiydiler. yemek yemiyordum. sadece su içiyordum. melek'ten haber alana kadar bir şey yemeyeceğimi söyledim onlara ve doktorlara. ertesi gün, benimle her zaman ilgilenen doktorun aksine başka bir doktorun geldiği sabah kocaman bir fil oturuyordu sanki göğsümde. yeni doktor konuşmadana önce bir iğne yaptılar bana. sonrasında dünyanın başıma yıkıldığını gördüm. her şey dönüyordu. bir de doktorun o buz gibi sesi çınlıyordu kulağımda. melek intihar etti. melek intihar etti melek intihar etti melek intihar etti melek intihar etti melek intihar etti melek intihar etti...."
dağ gibi adam hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyordu yanımda. ve ben bir şey yapamıyordum. elimi omzuna koymaktan başka.uzunca bir süre sonra kendine geldi.
-şimdi durduk yerde bu hikayeyi sana niye anlattığımı merak ediyorsun değil mi diye sordu.
bu kez sesziz konuşma sırası bendeydi. başımı evet dercesine hafifçe öne doğru eğdim.
-sana anlattım çünkü bundan tam on yıl sonra, sen de bir başkasına anlatma ihtiyacını duyacaksın. ama ne bir yıl sonra ne de beş yıl. tam on yıl sonra. melek'in cennete gidişinin yirminci yıl dönümde.
tam öldüğü yaşta anlatacaksın bir kez daha!
model - bir melek vardı
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...