kapalı bir-hanenin sokağa taşan boş masalarından birine oturdum. çok yoruldum çünkü. kadıköy'ün tüm kitapçılarını dolaştım. oturduğuma değdi ama. ikinci el yüzbaşının kızı romanı'nı kuytu bir sahafta buldum. oysa dışarıya çıkmaya son anda karar vermiştim. hani neredeyse yazı tura atmaya götürmüştüm işi. her yüzyılın en sıcak yılının bu yıl ve istanbul'un en sıcak gününün bugün olması bir yanda son günlerdeki hayata karşı manasız bir iştahsızlık öte yanda. içimdeki iyi ve kötünün arasında kaldığım gibi dışarı çıkma konusunda da arada kaldım. oysa ki hiç bir şey olmasa bile bahariyenin o cıvıl cıvıl havası yeterdi insanı hayata döndürmeye. belki bir de hüzünlü bir sezen şarkısı.
işte bu ahval ve şeraitte belki dedim bugün dönerim! son bir gazla ayağa kalktım. dolaştım, dolaştım. sağa baktım sonra sola ve arkama ve önüme göremedim!. gördüğüm, bakabildiğim günleri hatırladım. hüzünlendim. eylülü özledim biraz. ta ki, dumlupınar sokağında oturana dek. sokağın ismini bir çırpıda söylediğime bakmayın haftada olmasa bile onbeşte bir kesin geçerim bu sokaktan ama adını sanını bilmem. karşıdaki kitapçı çocuğa sordum. dumlupınar sokağı abi dedi. eyvallah dedim. sonra genç bir kız ve yaşlı bir kadın tam önümde rastlaştılar. geçmiş bayramlarını kutlayıp aksi istikamette uzaklaştılar ağır adımlarla. samimiydiler ve ayrılırken yüzlerindeki gülümsemeyi kıskandım. sonra bir ara elimdeki telefonla oyalanırken charlie chaplin'i gördüm karşı sahafta. gülümsedim. dükkan sahibi bana baktı ben de o'na. ama bir şey demedik birbirimize. hemen yanı başımda kaldırımları onaran belediye işçisini izleyecektim bir müddet daha karnım acıkmayıp çişim gelmeseydi şayet.
ağır adımlarla bahariyeye çıktım. nazım'a gitmek istemedi canım. caddeyi cepheden gören, rüzgar alan bir yere oturdum. biraz kitap okumaya çalıştım. olmadı. içinde bulunduğum kafe, türk pop müziğinin seçkin isimlerinin galasını yapıyordu. aşağıda da otuz saniyede bir ingilizcede kampanya diyen genç kız zaten yarım ve caymaya meyilli konsantrasyonumu alıp götürmüştü. ama insanlar kusursuzca yürüyorlardı sıcakta. emekli öğretmeler, şapkasız ve susuz çıkmayan genç ve güzel kadınlar, aylak adamlar ve turistler. yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarıya telaşla arşınlıyorlardı caddeyi. kimi bahariye hatırası çektiriyor kimi köşedeki bankta soluklanıyordu. durmayan ve susmayan makine dişlileri gibi devamlı bir hareket vardı caddede. az ilerde bir simitçi simitlerinin el yaktığını sucu ise sularının dişleri sızlattığını iddia ediyor. herkesin bir derdi, amacı var. benim yok. duman dinliyordum o sırada; manası yok. tam üstüme geldi. ne diyeceğimi bilemedim. kısa süreli unutkanlıklarım ve dikkat dağınıklığım devam ediyor. misal yazıya oturmadan çay koymuştum kendime. su kaynaya kaynaya bitmiş. hava zaten sıcak. bu sıcakta çay mı? bizimkisi de böyle bir hastalık işte. mevlam herkese ayrı dert veriyor! on saniye içinde üç farklı şey düşünüp dördüncüsü aklıma gelince kalan üçü evrenin boşluğunda kayboluyor. soğuk su elli kuruşu soğuk duş diye okudum moda'ya çıkarken mesela. kendime güldüm. hemen önümde sevgilisine ayar veren turist kadın, adam elini öpünce gevşedi ve o da güldü. köşede mendil satan çocuk da güldü. garipti. bu gülümseme enflasyonunun tıpkı bir meksika dalgası gibi kadıköy'den kars'a oradan tüm dünyaya yayılması ne güzel olurdu dedim içimden. ütopyaydı elbet. ancak filmlerde, belki kitaplarda olurdu böyle şeyler. o yüzden kendimi iyi hissettirecek bir film alıp eve döndüm. ve şimdi bunları yazarken buldum kendimi.
ben bu satırları yazarken sen nerde olursun bilmem ama soha - cest bien mieux comme ça diyordu.
oh shit! çayı yine unuttum.
beklemek
-
metro istasyonunun serin, derin ve loş ışığında gelecek treni bekliyoruz.
biraz uykulu. biraz düşünceli. biraz yalnız. ömrümüz diyorum zaten hep bir
şeyle...